Sınırsızlığın Çeşitliliğiyle Yine Başka Bir Dünyaya
- YELİZ ÖZŞEN -
Sekme Yayın Kurulu Adına
Yeni bir sayının çalışmalarına başlarken tema editörleri yine önümüze onlarca soru serdi. Öznesi olduğumuz, aklımızı bir şekilde kurcalayan, üzerine düşünmesek bile öyle ya da böyle maruz kaldığımız olaylar, durumlar üzerine sorular… Heyecanlıydı, çünkü yeni bir sayıda yine ortak bir derdimizin seslendirildiğini görüyorduk.
Sonrası ise daha da heyecan! Sekme Dergi’nin sağladığı imkanlardan biri; bir gün tema editörü olursunuz, ertesi gün bir içerik üreticisi; belki Yayın Kurulu’nda yer alıyorsunuzdur ama bir sayıya tasarım da üretirsiniz bu sayıda sizi karşılayan kapak görselinin Merve’nin ellerinden çıkması gibi. Sınırları olmayan bir üretim ne de çeşitlilik sağlayan bir yapı, tam da niyetlenildiği gibi.
Ben de kendimi bu sayıda içerik çalışması yaparken buldum. Daha önce ekonomi politik bir yaklaşımla sinema sektörünün demokratikleşmesi üzerine kafa yormuşken şimdi de dijital dünyanın olanaklarıyla sinema izleyicisi için nasıl bir demokratikleşmenin mümkün olabileceği, bu demokratikleşmenin bir dönüm noktasıyla birlikte tam tersi bir etki yaparak belki de yeni bir çoğunluğun baskı mekanizmasına dönüşüp dönüşmeyeceği yönünde soruları kafamda dönmeye başladı. - Süreçte sinema değil, tiyatro hakkında bu konu üzerine düşünmüş oldum; benim için çok da güzel oldu! -
Konuştukça, içerikler ortaya çıktıkça Yeni Eleştiri Kültürü tema ismiyle çerçevelenerek, yine birçok farklı alana ilgi duyanların kendinden bir şeyler bulacağı, belki yeni sorular soracağı, belki bu konular üzerine üretimler yapacağı bir sayı çıktı karşımıza. Sekme Dergi’nin belki de en temeldeki motivasyonlarından biri olan, sayıdan sonra başka başka kapılar açabilme amacının bir karşılığının olduğunu yine göreceğimize emin gibiyim.
Çabamıza ortak olan herkese de teşekkür! Keyifli ve aynı zamanda dertli, kimi birlikte söylenerek kimi birbirimizi haksız çıkararak okuyacağımız, dinleyeceğimiz, inceleyeceğimiz yeni bir sayı olması dileğiyle sizi içeriklerle baş başa bırakıyorum.
Editörden
- SELEN GÖKÇEM AKYILDIZ & YAVUZ AKYILDIZ -
Søren Kierkegaard, insanların çoğunluğunun yalnızca yanlış bir görüşe sahip olmaktan korkmadığını, bir görüşe tek başına sahip olmaktan korktuklarını dile getirirken bunu bir grubun parçası olmayı ve bir taraf oluşturmayı tercih etmemize bağlamıştır. Sekme Dergi’nin bu sayısında kolektif bir fikir birliği ile yeni eleştiri kültürü dediğimiz olguda taraf olmak, tercih etmek, linç edilmek, yermek ve yerilmek kavramlarını inceliyoruz. Sinemada, tiyatroda, edebiyatta, sosyal medyada ve çevrimiçi mecralarda içerik tüketen kitlenin maruz kaldığı beğeni ve yergi kültürünün iç içe geçmişliğinin nasıl bir kutuplaşma ve dışlanmayı beraberinde getirdiğini sorgularken, sosyal medya aracılığı ile yaşanan irili ufaklı, önemli önemsiz, tepki gerektiren gerektirmeyen herhangi bir duruma karşı yapılan uçlarda yorumların, izleyici kitlesinin üzerinde görünmez ancak hissedilir bir baskı oluşturup oluşturmadığını da irdeliyoruz.
Bir filmi veya herhangi bir gösteriyi izleme deneyimi, sosyal medya nedeniyle farklı bir sürece evrilmiş görünmektedir. Artık izleyiciler sanki bir kitle kendilerine sürekli mikrofon uzatıyormuş gibi yaşamakta ve sosyal medyada aceleci yargılarda bulunmak zorunda hissetmekteler. Bu iletişim ve etkileşim biçimi insanın evrimsel olarak da yabancısı olduğu ve kendini de kitleler içinde yabancı hissettiği bir sosyallik yapısı oluşturmaktadır.
Biz de derginin bu sayısını bu sorular ve sorunsallar çevresinde hep beraber örmek istedik. İçinde bulunduğumuz zamanın ruhunun, kitleler içinde kendi sesini kaybetmeksizin var olmayı getirmesini umuyor ve taraf olmanın zorunluluk dışı bir eyleme dönüşmesini diliyoruz.
Keyifli okumalar, dinlemeler, izlemeler.
Dijital Çağın Yeni İzleyicisi
- ERMAN BOSTAN -
Dijital kültür bizi deneyimlerimizi puanlamaya teşvik ediyor. İster ‘like-dislike’ mantığı içerisinde olsun ister yıldızlama sistemi ya da bizzat rakamların dili konuşsun, yediğimiz yemekleri, gittiğimiz mekanları, gazete haberlerini, filmleri, tiyatro oyunlarını, okuduğumuz kitapları hatta insanları çevrimiçi dünyada sayısallaştırılabilir veriler halinde değerlendiriyoruz. Devasa bir veri bankası haline gelen bu beğeni yargılarından oluşmuş yığınlar elbette kültür endüstrisi tarafından farklı biçimlerde işleniyor. Bir yönüyle seçim yapmamızı kolaylaştıran bir kolektif akıl ortaya çıkıyor: Yayıncılar farklı çevrimiçi platformlarda bir araya geliyor, katılımcıların düşüncelerini, yorumlarını, değerlendirmelerini takip ederek yüz yüze iletişim içerisinde edinmemizin imkânsız olduğu bir ölçekte, farklı yaşam tecrübelerine ulaşıp farklı amaçlarla kullanabiliyoruz. Mekânın eriyip buharlaştığı, ışık hızında birbirine bağlanan küreselleşmiş dünyamızda her şey el altında olduğu için, bütün bu veri denizinde yolumuzu bulmamızı sağlayan araçlar sunuluyor bize, özelleştirilebilir arama motorları gibi. Diğer taraftan gönüllü bir şekilde katıldığımız bu beğeni/yorum oyununda verilerimiz tüketim alışkanlıklarımızı şekillendirmek, düşüncelerimizi değiştirip yönlendirmek, seçimlerimizi etkilemek gibi niyetlerle kolaylıkla kullanılabilir haldeler. Çevrimiçi dünyada bilerek ya da bilmeyerek attığımız her adımla geride bir dijital iz bırakıyoruz, böylece gelecekte gidebileceğimiz yolları tahmin eden bir tür rehber oluşturuyor, kendimizi bizzat kendimizle manipüle ediyoruz. Kullanıcılarının aynı zamanda üreticileri olduğu bu devasa veri okyanusundan çekip çıkararak anlamlı cümleler oluşturmak basit kullanıcı için pek mümkün olmuyor elbette. Yapay zekâ ve makine öğrenmesinin yıldızı endüstri devleri için parlarken, kullanıcılar önlerine serilen dünyanın sayısallaştırma mantığı içerisinde hesaplanabilir, basitleştirilmiş ve indirgenmiş bir dünya olduğunu fark edemiyorlar.
Özgür irade ve kontrol meselesi çerçevesinde düşünüldüğünde yeni bir durumla karşılaşmadığımız bir gerçek. Özgürlük ve disiplin arasındaki o kadim gerilim, en ilkelinden çağdaşına birbirimize anlattığımız öykü ve masallar, mitoslar, destanlar, dinler, siyasal ideolojiler ister tanrıdan ister hükümdardan gelsin bütün iletilerin genel mantığında bulunmaktadır. Dil ile birlikte iletişimi gerçekleştiren tüm araçlar bilginin dolaşımını sağlayarak kültürün inşasına katılır, aynı zamanda kontrol, denetim ve gözetleme biçimlerinde araçlar haline gelerek bu bilgiyi sınırlarlar. Bizi gezegenimizin en tuhaf canlı türü haline getiren de sentetik bir dil inşa ederek gerçekliği eğip bükme kapasitemizde gizlidir. Biz dünyayı iletişim oyunu içerisinde kendi imgemize uyarlarız. Çağdaş dijital kültüre özgü olan, ölçeği küresel çapta büyüterek bu kökensel etkileşim faaliyetini gerçek zamanlı bir akış içerisinde kendisini ifade eden ve yine kendi kendisini algılayabilen bir tür devasa sinirsel organizmaya, bağlantı ve hıza dayalı bütünleşik bir ağ yapısına dönüştürmesidir. Artık sadece izleyici değil aynı zamanda katılımcıyız hem aktif ajanlar gibi davranıyor hem de edilgen tüketiciler gibi hareket ediyoruz, bir kimyasal sürecin sonucunda davranış haline gelen aktivitemiz ağda bir uyaran haline gelerek sınırsızca dolaşıyor. Ve kültür bizi beğeni yargılarımızı ifade etmeye kışkırtıyor, daha çok girdi, daha çok ifade, girilen ağdaki en sessiz sedasız, hayalet kullanıcılar bile bu sayısallaştırma, puanlama mantığından kaçamıyor.
Bu çağdaş kültürel durumun izleyici stratejileri açısından belki de en çarpıcı olgularından biri tüm deneyim alanımızı istila eden beğen-beğenme mantığının deneyimlerimizi önsel olarak belirliyor oluşu. Bir mindfullness etkinliğinde yediğimiz üzümün tadını, içtiğimiz şarabın kıvam ve kokusunu ‘hissetmek’, deneyimi en doygun haliyle yaşayabilmek için uzunca bir süre odaklanmamız gerekmişti. Çünkü uzunca bir süredir deneyimi yargılayarak beğenimizi sayısal veri şeklinde ifade etmek deneyimin kendisinden daha önemli bir yerde. Dahası dijital kültür bizden bu verileri öyle güçlü bir şekilde talep ediyor ki bu talepten bağımsız bir deneyim neredeyse imkansızlaşıyor, beğeni yargımızın oluşacağı habitat bu. Artık deneyimin kendisini yaşamak, seyre dalmak, kirazın tadına, kahvenin kokusuna kapılıp gitmek yerine bu deneyime kaç puan verebileceğimiz, bu deneyimi nasıl temsil edebileceğimiz üzerinde duruyoruz, dahası çok daha basit bir biçime ‘’beğendim-beğenmedim’’ ikiliğine sıkıştırarak tüm deneyim yelpazemizi ikili bir kodlama sistemine indirgiyoruz. Görünüşe bakılırsa bunu yapmaya zorlandığımız da pek söylenemez, katılım gönüllü, yargı bildirmeye, göz önünde olmaya, fikrimizi beyan etmeye pek hevesliyiz. Ancak bu fikir deryasına üstünkörü bir bakış attığınızda dahi düşüncelerin hızla polarize olarak iki aşırı uca savrulduğunu gözlemleyebiliriz. Bu kutuplaşmanın en güçlü kaynaklarından biri fikrinize değil beğeni yargınıza odaklanan teknolojinin araçsal mantığıdır. Bir filmle karşılaşmamız her zamankinden daha çok beğeni yargımıza odaklanmış bir biçimde gerçekleşiyor, daha sonra izleme deneyimimize puan vermek için sabırsızlıkla bekliyoruz. Bizim için izleme deneyimi beğeni yargımızı şu ya da bu yöne çekecek bir roller coaster gibi aşırı uçlara savruluyor, izleme deneyiminin bizde uyandırdığı duygu ve düşünceler, harekete geçirdiği anı ve deneyimler, kışkırttığı hayal ve fanteziler ya hiç konuşulmuyor ya da nihayetinde tüm bu deneyimleri bir rakama dönüştürmemiz isteniyor. Artık bir konuda fikir beyan etmek için uzman olmamıza gerek yok, eleştiri disiplini tarihe karıştığı gibi bilirkişiler de ortadan kayboldular ya da onlara güvenmiyoruz artık. Bunun yerineyse çok daha güvensiz ve kırılgan bir dünya inşa ettik. Bir zamanların ‘’kendi içeriğini kendin üret’’ platformları kullanıcılarını arama geçmişlerinin tutsağı haline getiren algoritmalara bel bağlamış, özelleştirilmiş reklamlarla dolu ve veri büyüklüğünden başka hiçbir şeyi önemsemeyen devasa makinelere dönüşmüş durumdalar. Uyandırdıkları güç öyle çılgın boyutlara vardı ki örneğin Youtube 2021 Kasım’ında dislike sayacını gizlemeye karar verdi, kolektif zekayı harekete geçirmesi gereken güç, trol ordularını, zorbalığı, bilgi kirliliğini ve manipülasyonu da doğurduğu için katılımın kendisinin sansürlenmesi gerekti. Daha çok arthouse filmlerin gösterildiği bir platform olan MUBI’de film izleme deneyimi tamamlandığında, henüz jenerik akarken, yıldızlama ekranı karşımıza çıkıyor. Sanatsal alanı boylu boyunca kesen, izleme deneyimine karışan bir sayısallaştırma, hesaplama ve indirgeme mantığı bu. Tıpkı çift yarık deneylerinde, kuantum düzeyinde yapılan gözlemin parçacığın izlediği yolu değiştirmesi gibi, hesaplama, puanlama, not verme bağlamında girdiğimiz deneyimler de izlemenin kendi doğasını bozup değiştiriyor. Bir zamanlar çevrimiçi dünyada sörf yapmak, yeni şeyler keşfetmek, internetin derinliklerinde bir tür arkeolojik kazı çalışması yapmak ve buluntuları diğer kullanıcılarla paylaşmak modaydı, şimdi bizi kendimizden daha iyi tanıdığını iddia eden uygulamaların yaptığı listeleri dinliyor, benzer videolara tıklıyor, bizim için önerilen filmleri izliyoruz, yıl sonu gururla paylaşıyoruz ‘’bütün yıl ne yaptım?’’ derlemelerini. Yeni izleyiciliğimizde yargıçlık maskesi takmadan hareket etmek, bilir kişi gibi davranmadan yayıncı olmak giderek zorlaşıyor. Burada makinenin davranış modelinde hız ve niceliğe verilen öneme dikkat edelim, etkileşimi büyüten ve yayan mesajlar öne çıkarılıyor, böylece sinir ağlarıyla örülü online dünya dürtüleriyle hareket eden acımasız bir canavara dönüşüyor.
Kapitalizm üretim araçlarının gelişmesi ve üretimin yoğunlaşmasıyla birlikte gerçekleşen bir iş bölümü ve uzmanlaşma sistemidir. İş bölümünün sağlıklı bir şekilde işleyerek üretim süreçlerinin devamlılığı için uzmanlık sistemine ve uzmanlara duyulan güven bir tür tutkal görevi görmektedir. Bu modernleşme dinamiğinin çılgın bir büyümeye eşlik edecek bürokratik bir toplum yaratacağı aşikârdı. Önce askeri alanda, sonra ofis sistemlerinde ve nihayet günlük kullanıcının bedeniyle simbiyotik bir ilişki kuran yeni medya teknolojileri protezleriyle bilgisayarlar, bilginin demokratik bir biçimde dağıtılmasının da önünü açtı. Bu teknolojiler madun bırakılmış kitleleri konuşturdu, onlara sözü geri verdi. Bilgi herkes için ulaşılabilir oldukça iktidarlar kırılganlaştı, otoriteler sarsıldı. Bununla birlikte hepimizin mikrobiyolojinin bir alt dalı olan virolojiyle ilgili bir haber yapabilmesinin de önü açıldı. Bilgi/iktidarın çelikten zırhının delinmesiyle yalnızca demokratik güçler bağlarından kurtulmadı, kötülük de serbest kaldı, böylece güven ve tek düzelik yerini belirsizlik, kaos ve güvensizliğe bıraktı.
Uzmanların otoritesinin sarsıldığı dijital kültüre yenik düşmüş en belirgin alanlardan biri de görsel sanatlar alanı, daha çok da sinema. Herkesin eleştirmen olabildiği, fikir önderlerinin bulunmadığı ya da ciddiye alınmadığı bu yeni sanatsal üretim ortamı, kolektif zekanın etkilerine açık olduğu kadar sıradanlaşma eğilimi de göstermektedir. İzleyicinin puanlarıyla şekillenen ve onun düşünsel, duygusal ve psikolojik eğilimleriyle matematiksel bir kesinlikte uzlaşı arayan bir medya gerçekliğinde eleştirmenler gibi dramaturglara da yer yoktur, hangi hikâyenin seçileceğini ve bu hikâyenin nasıl anlatacağını kitle kültürünün algoritmik modellemeleri belirlemektedir çünkü. Kendisini izleyici beklentilerine göre şekillendirerek, ‘halk bunu istiyor’u şiar edinmiş Yeşilçam üretim modeline oldukça yakın, dürtüsel bir sinema bu. Sanatçının adeta aradan çekilip bir tür teknisyene dönüştüğü bu sinemada izleyici ile anlatı evreni bütünleşik, onun en parlak umutlarıyla en karanlık arzularının, en derin korkularıyla en çaresiz zaaflarının bir tür karışımı. Kendisini yine kendisiyle trolleyen izleyicilerin sinir uçlarına dokunan Bir Başkadır (Ethos), Don’t Look Up gibi dizi ve filmlerde hızla harekete geçerek polarize olması da bu yüzden.
Kandinsky sanatçının konumu ve izleyicileriyle ilişkisini geometrik şekillerle dolu tablolarında sıkça rastladığımız üçgen metaforuyla açıklar. Sanatçı üçgenin en sivri ucu, o küçük parçası, tepe noktasıdır, aşağıya indikçe zihinsel hayatın bir tür şematik gösterimi olarak kapsam artar, toplumsal kesimlere doğru genişleyerek hareket ederiz. Bununla birlikte üçgen pek gözle görülmeyen bir biçimde, yavaş yavaş yukarı doğru hareket etmektedir. Sanatçının öncülüğü buradan gelir: “Bugün sadece en üst ucun anlayabildiği ve üçgenin geri kalanı için anlaşılmaz gevezelikten ibaret olan şeyler, yarın ikinci kesimin hayatının anlam ve duygu dolu içeriğine dönüşür.”* Elbette seçkinci bir tarif bu ancak sanatın bazı yönlerden neden büyüleyici olduğunu da gösteriyor. Oysa yeni medya dünyasının izleyici kültüründe sanatçının kendisi de kitle puanlamasının bir nesnesidir. Çağımız en fazla puanı toplayarak yıldızlarımızı sermayeye dönüştürme çağı olduğundan görsel sanatlarda da takipçilerimizi arttırarak like basmak moda sayılabilir. Bu cendereden çıkmanın bir yolu belki de herkesin bu oyundaki figüranlar olduğu gerçeğini görmekten geçiyordur, başrolünü silikon vadisinin milyarder tanrılarının oynadığı bir oyun.
1 * W. Kandinsky, Sanatta Tinsellik Üzerine.
Sinemada
Beğeni Algısı
- SELEN GÖKÇEM AKYILDIZ X GİZEM AKGÜLGİL -
Selen Gökçem Akyıldız ve Gizem Akgülgil'in katılımıyla Sekme Dergi' nin yedinci sayısı için Yeni Eleştiri Kültürü üzerine yapılan kısa bir sohbet. Sinemadan izleyici kültürüne, göklere çıkarmaktan, yerin dibine sokmaya kadar uzanan beğeni ve yergi yapısına dair bilinç akışı bir eksen. Keyifli dinlemeler!
Şey Mi Oynuyodu Onda Ya?
- GİZEM AKGÜLGİL -
Her Şeyi Bildiğimi Biliyorum
- YAVUZ AKYILDIZ -
Bu bir video makaledir, videoyla yazılar kronolojik olarak birbirini tamamlamaktadır.
Michael Haneke 1993 yapımı Benny’nin Videoları filminde, Youtube kurulmadan daha on üç yıl önce, yaklaşmakta olan video ve yeni medya kültürüne güçlü bir öngörüyle yaklaşarak, şiddet görüntüsünün bizzat şiddetin oluşum nedeni de olabileceğine dair kuşkular geliştirmiş ve bu henüz emekleme aşamasındaki kültürün etik yapılarını analiz etmişti.
Haneke’nin bakışına göre eğer yaklaşan bu yeni kültüre karşı gerçek bir eleştirel bakış geliştirmezsek, “neden ile sonucun muğlaklaştığı hatta tamamen yer değiştirdiği bir evreye girmemiz kaçınılmazdı.”
Filmin giriş sahnesinde Benny bir videodan bir domuzun elektrikli şok aletiyle öldürüldüğünü gördükten sonra bu olayı kendi yaşamında da tecrübe etmek ister ve kız arkadaşını elektrikli şok aletiyle öldürür.
Filmin en çok rahatsızlık uyandıran sahnesi ise Beny’nin kız arkadaşını öldürmesini videoya kayıt etmesidir. Çünkü Benny’i birini öldürmekten çok, bu ölümün videoda nasıl göründüğü meraklandırmıştır. Başka bir ifadeyle filmde, gündelik hayat-ölüm ve video arasındaki ilişki bir video performansına dönüşmüş olur. Gerçeklik olarak algıladığımız mevcut yaşam videonun hayatımıza girmesiyle başka bir boyuta evirilmiş olur. Haneke’nin erken bakışıyla ölüm dahi bütün hayat bir video performansına dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Benny’nin kız arkadaşını öldürmesi tıpkı filmin başındaki domuzun öldürülmesi olayında olduğu gibi kayıt altına alınır. Filmin giriş sahnesinde domuz öldürülme videosunun yavaşlatılıp, hızlandırılabildiğin / ileri ve geri alınabiliyor olduğunun seyirciye gösterilmesi, şiddete karşı potansiyel olarak yaşanabilecek yabancılaşmanın, Haneke tarafından altının çizilmesi olarak okunabilir. Filmin ilerleyen bölümlerinde ölüm videosu kaydı hem Benny hem de ebeveynleri tarafından tekrar tekrar izlenir, şiddet- birinin öldürülmesi-her tekrarla biraz daha normalleşir. Aile iş bölümü yaparak ölü kızı parçalara ayrılarak yok eder, daha sonra ise olayı unutmak için çekirdek aile hep birlikte bir tatile çıkar. Nasıl ki bir beyaz yakalı yenilenmek ve gevşemek için yıllık tatile çıkıyorsa, bir ölüm performansını tamamlayan aile de yenilenmek için tatile çıkar. İş performansı ile gündelik yaşam performansı örtüştürülür.
Haneke ise izleyicisine görsellerle girdiği ilişkinin ahlaki yönünü yine görsel bir yapı kurarak göstermeye çalışır. Bu anlamda Haneke yaptığı filme felsefeci gibi yaklaşmıştır ve içinde bulunulan çağ, anlam ve etik arasında ilk kez yine imaja dayalı bir örüntü kurar. İnsanlığı yaklaşan yeni kültürün karanlık yönlerine karşı uyarmaya çalışmıştır da denilebilir.
Benny’nin Videoları’ndan beş yıl sonra ise yine Haneke 1997 Yapımı Funny Games filminde çağın getirdiği izleyicilik kültürünün faşizan yapısını göstermek için, sinemayı adeta bir laboratuvara dönüştürür.
Ölümcül Oyunlar filminde golf elbisesi giymiş, kibar ve nazik iki genç sinematik karakter, bir eve girerek hiçbir sebep olmamasına rağmen bütün aile bireylerini işkence yaparak öldürür. Film içerisinde de ana karakterler seyirciyi uyararak, filmi izlemelerinin beyhude bir eylem olduğunu, bu filmde aile bireylerinin hepsinin öleceğini söyler. Hatta filmin doruk noktasında katillerden biri evin annesi tarafından öldürülür ancak yönetmen filmi, film içerisinde geri alarak bu sahneyi değiştirir.
Funny Games filminin kurbanları temelde filmi izleyen izleyicilerdir çünkü filmi izleyen ve bitiren kişiler filmin içerisindeki şiddetin sürmesine katkı da bulunan kişilere dönüşmüş olurlar. Haneke bu konuyla ilgili şunları söylemektedir:
Bu film şiddetin sinema, medya veya internetteki temsili üzerine, Ölümcül Oyunlar filminde şiddetin temsilini analiz etmeye çalıştım. Film boyunca katillerle seyirciler ilişki halindedir. Seyircileri katillerin suç ortağı yapıyorum ve bu rolü oynadıkları için onları cezalandırıyorum. Bu oldukça sarkastik ve kinik ama şiddet içeren imajların normalleştirildiğini gösterebilmek için bunu yapmak zorundaydım. Seyirciye oyunlar oynadım ve bu oyunlara katılanları suç ortakları yaptım. İzleyicileri aslında oldukları kişiyle bu sayede yüzleştirdim. Hatta filmin Cannes gösterimi sonrasında bir kadın yanıma gelerek “Bize bunu yapmaya hakkın yok” dedi… O an işimi çok iyi yaptığımı anladım! Gerçekten şiddete nasıl katıldıklarını insanlara göstermiş oldum.
Peki Haneke bunları neden yapıyor? Birçok kişinin Michael Haneke sinemasıyla ilgili duyduğu ilk cümle sinemasının rahatsız edici olduğu. Eğer rahatsız etmenin kendisi bir amaç değilse, Haneke insanları neden rahatsız etmek istiyor? Bu sorunun cevabı Haneke’nin etik ve politik bir varoluşun anlamlı bir varoluş olduğunu düşünmesi olabilir.
Haneke: “Funny Games’de toplumsal işlevleri muhafaza eden tüm kurallar, filmdeki katil iki ana karakter için bir hiçe dönüşmüştür. Ve bunun gibi karakterlerle yüzleşme şansın yok! Bunun filmde şok edici hale geldiğini düşünüyorum. Hiçbir şekilde tepki gösterilemeyen birileri nedeniyle karşılaştığımız bu endişe, toplumsal neden-sonuç ilişkisinin kaybedilmesi halinde, nezaket ve kültür korunsa dahi nelerin olabileceğini gösteriyor. Çünkü bence bu sahip olmamız gereken temel bir konsensus. Eğer onu kaybedersek gerçekten kaybederiz.”
Eğer toplumsal ortak aklımızı kaybedersek gerçekten kaybederiz.
2021 yılında Don’t Look Up filmi Netflix’de gösterime girdi ve film tam da Haneke’nin sözünü ettiği “toplumsal konsensüsu” kaybetmemiz sonucunda ortaya çıkan toplumsal yapının nasıl olduğu üzerine. Benny’nin Videoları’nın üzerinden geçen yaklaşık otuz senede, ilk önce internet, yaşamın bir parçası haline gelmeye başladı. İlk başta basit chat siteleriyle başlayan internet üzerinden iletişim çok kısa süre içerisinde bireysel ve ekşisözlük gibi kolektif bloglar üzerinden yaygınlaşmaya başladı. Facebook ve Youtube gibi iki fenomenin kurulmasıyla ise eski iletişim sistemlerinin ilkel olarak görülebileceği bir evreye geçildi. Bu iki fenomen uygulama ve web sitesi, bugün dahi en çok kullanılan Instagram ve Tik-Tok’un temel altyapısını oluşturmaktadır. Andy Warhol’un günün birinde herkes on beş dakikalığına ünlü olabilecek kehaneti ise ilk kez potansiyel olarak gerçekliğe bürünmüş oldu.
Sosyal Medyadaki Değişimden Bir Kesit
2004 yıllından itibaren ise çocukluk dönemini bitiren internet-blog-sosyal medya, endüstri devrimine göre dahi ışık hızıyla büyümeye başladı denilebilir. Çok kısa bir süre içerisinde aklımıza gelebilecek her türlü etkinlik, ekonomik faaliyet veya ilişkilenme biçimi büyük oranda elektronik ortama kaydı. Günümüzde insanlığın evrimi, biraz da ironik bir yaklaşımla şu şekilde tarif edildi: “Avlanarak yaşayan homo-sapiensler ilk önce küçük topluluklar halinde daha sonra örgütlü ve merkezli kentler içinde günümüzde ise ağlar içinde yaşamaya başlamıştır.” İnternet ve ağ sisteminin gelişmesi gündelik yaşamda da oldukça köklü hatta neredeyse geri dönüşü olmayan değişikliklere neden olmuştur. Ekonomi, eğitim, sağlık, sanat gibi alanlarda meydana gelen radikal değişimler gündelik yaşamı dolayısıyla da kültürel yapıları etkili bir biçimde değişikliğe uğratmıştır.
İnsanlık tarihinin geneline bakıldığında bu durum aslında şaşırtıcı bir süreçtir çünkü insanlık tarihindeki köklü toplumsal değişimler ve kabuller uzun bir sürece yayılır. Ayrıca bölgesel olarak gecikmeli bir biçimde gerçekleşir. Toplumlar, içinde bulundukları yapıların değişimine karşı direnç gösterirler ve bu direnç toplumsal geçiş dönemlerini muğlaklaştırır. Ağ toplumuna geçiş ise oldukça hızlı bir şekilde oldu ve neredeyse hiçbir kesimin direnç göstermediği hatta kolayca benimsediği çok hızlı bir süreç yaşandı. Ancak değişimlerin çekirdeğini oluşturan muğlaklık ve toplumsal dengelerin çekirdeklerinde meydana gelen değişimler gecikmeli bir safhada ortaya çıktı denilebilir. Bu değişimle birlikte dünya tarihi boyunca daha önce hiçbir zaman olmayan bir şey oldu ve herkes yaptığı veya yapmadığı herhangi bir şeyi ve bu şeyler üzerindeki sübjektif görüşünü ağlar aracılığıyla kamusal alanda paylaşabilme imkanına sahip oldu. Yeni, katılımcı bir toplumsal yapı oluştu.
Bu doğrultuda neredeyse bütün radikal-alternatif çevreler bile sosyal medyayı oldukça ılımlı karşıladı denilebilir. Sosyal medyayla artık geleneksel medyanın totaliter tutumunun sona ereceği, katılımcı ve demokratik yeni bir medyanın ortaya çıkacağına dair iyimser görüş başta oldukça hakimdi. Bu durum belirli bir oranda da haklılık payı içeriyordu. Ancak çok kısa bir zaman içerisinde demokratikleşme bir yana sosyal medya gündemdeki herhangi bir konu hakkında iki kutup oluşturma makinesi olarak işlev görmeye başladı.
Aşırı uçlardaki yorumları koymamaya gayret gösterdim.
Aşı-Politika-Savaş-Eğitim-Spor-Beslenme-Sinema-Birinin oyunculuğu gibi neredeyse aklımıza gelebilecek her konuda, toplum uzlaşmaz hatta uzlaşmak istemez bir şekilde sürekli ikiye bölünmeye başladı. Her kamp çok kısa süre içerisinde kendi yankı odalarını oluşturdu. İnsanlar, kendi fikirlerini sürekli onaylattıkları ve diğer gruptan nefret ettikleri sanal kabileler kurmaya başladı. Linç, Lover ve Hater kültürleri ise bu kamplaşmanın organik çıktıları olarak gündelik hayatın belirleyen temel yapı durumuna geldi. Baudrilard’ın tabiriyle 1990’larda toplumlar içe patlamaya başlamıştı. Bu sözden hareketle devam edilecek olursak 2010’lu yılların ortalarından itibaren toplumların içine atom bombası atıldığı ve toplumsalın Nagazaki’ye dönüştüğü söylenebilir.
İşte, Beny’nin Videosu filminden yaklaşık otuz yıl sonra çekilen Don’t Look Up filmi, Haneke’nin sözüne ettiği toplumsal konsensüsün ortadan kalkması durumunda neler olabileceğini dair bir film olarak okunabilir. Başka bir ifadeyle film, halihazırda içinde yaşadığımız dünyanın nasıl bir şeye benzediğini göstermek istemektedir. Gösterdiği dünya absürt, saçma ve iğrenç ancak bir belgesel olabilecek kadar da gerçeğe yakındır (Bazı sosyal medya yorumlarına göre).
Filmin temel konusu Dünyaya yaklaşan ve dünyadaki yaşamı tamamen ortadan kaldıracak bir göktaşının, astronomi doktorası yapan Kate tarafından keşfedilmesi ve daha sonra Profesör Dr. Randall ile birlikte bu bilimsel gerçeği tüm dünyaya anlatmak istemeleridir. Fakat eğlence, sosyal medya ve etkileşim tarafından ele geçirilmiş bu dünyada, kimse ne gerçekten bu olayın gerçekleşeceğine inanır ne de bu durumu önemser. Ama kuyruklu yıldız dünyaya çok yaklaştığında bazı farkındalıklar oluşmaya başlar ve göktaşını yok etmeye karşı bir grup oluşur. Ancak ikiye bölünme makinesi olarak çalışan yeni katılımcı kültür, hemen kendi zıttını yaratarak iki kutuplu döngümüzü global ölçekte yeniden kurar. Yukarı Bakma Diyenler ve Yukarı Bak Diyenler.
Don’t Look Up filmi konusu itibariyle politik, çevreci, sosyolojik vb. birçok bağlama sahip bir film ve bu anlamda çok farklı bakış açılarından okunabilir. Ancak filmin çekirdeğinde dijital çağın katılımcı kültürünün kritik edildiğini düşünüyorum. Film, artık kaçınılmaz bir evre olarak toplumun iki ayrı cepheye ayrıldığı ve bu iki cephenin birbiriyle siber saldırılara girmek konusunda oldukça hevesli olduğunu gösteren satirik bir yapıdadır.
Tanım olarak “satir” mitosu, alaya alan, serüvenleri, kahramanları ve otoriteyi gülünçleştiren, ciddi oyunlara komik bir çerçeve sunan oyunlara denir.
Bazı tarihçilere göre ise satir tüm dramatik formların ilk biçimidir ve zamanla hem tragedya hem komedya ondan doğmuştur. Satire dair bu bulguların çoğu ise M.Ö. 500’i yüzyıla dayanmaktadır.
Don’t Look Up, konusunda ve estetiğinde bulunan bu iki öğeyi, (toplumu ikiye bölme ve satirik durumu) film Netflix’de gösterime girdikten hemen sonra sosyal medya üzerinden gerçekleştiren bir film olarak kendi üzerinde kanıtlanmıştır denilebilir.
Don’t Look Up, Netflix’in en çok izlenen filmlerinden biri olurken, neredeyse bütün dünyada film üzerine yapılan yorumların sonu gelmemiştir. Sadece ekşi sözlükte 250 sayfalık yoruma sahip olan film, yaklaşık olarak izleyenlerin yarısı tarafından oldukça beğenilmiş, diğer yarısı tarafından ise hiç beğenilmemiştir. Sosyal medyanın keskinleştirdiği en önemli eleştiri yargılarının başında da herhalde bu gelmektedir. Bu yeni eleştiri kültüründe, özellikle filmler üzerine düşünmek, filmi izledikten sonra biraz filme ve kendine zaman tanımak, öznel de olsa izlenilen eserin iyi ve kötü yönlerine kafa yormak neredeyse köhne bir düşünme süreci olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda filmi izleyen herkes filmi bir deneyim aracı olarak değil, filmi bitirdikten sonra aceleci bir şekilde yargıda bulunulması gereken görsel-işitsel evrak olarak algılama eğilimine girebiliyor. Filmin henüz jeneriği akarken telefon üzerinden yapılan yorumlar, narsistik eğilimlerimizi de yoğunlaştırıyor olabilir. Zira herkesin aynı anda sanki çok büyük bir kitle “KENDİ”sinin film hakkında ne düşündüğünü merak ediyormuş ve “O”nun da uzatılan mikrofonlara düşüncelerini aktarıyormuş hissiyle hareket etmesi, en hafif tabirle psikodinamik durum bozukluğu olarak değerlendirilebilir (Geçtan)(1). Bu eylemselliğin sürekli ve kitlesel hale gelmesiyse yazının sonunda da değineceğimiz ve zaten hepimizde var olan narsistik eğilimlerin egonun denge mekanizmalarını devre dışı bırakması anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle narsistik yapının kitleselleşmesi onun normalleşmesi ve görünmez hale gelmesine neden olmaktadır. Don’t Look Up filminin de büyük oranda bu anormalleşmenin normalleşmesini temel aldığını düşünüyorum.
Diğer taraftan filmi özellikle beğenmeyen kesim, film estetiğindeki satirik yapıyı iki boyutlu olarak değerlendiriyor ve yaklaşık 2.500 yıllık geçmişe sahip dramanın ana damarını oluşturduğu düşünülen bu formu fazla basit buluyor / Bu cümlede savunmak istediğim konuyu tarihselleştirerek ve belge sunarak “bu konu sizin zannettiğinizden daha önemli Safsatası Yapıyorum /. Ancak yine de “satirik” bir filmi “satirik olduğu için” eleştirmenin kendisinin yine satirik bir durum oluşturması kaçınılmaz oluyor.
Hayatını bilime adamış olan Prof. Randall karakterinin bir anda gülünç bir blog yazarına dönüşmesi, filmin tamamına yayılan estetiğin en çok görünür hale geldiğini bölümlerden birisi ve film kendi anlatısında dahi sürekli bu iki boyutluluğunun altını çiziyor. Çünkü zaten yönetmen günümüz toplumunun derinlikten mutlak bir şekilde yoksun olduğunu düşünüyor. Filmin iki boyutlu olarak kodlanan estetik yapısı da buradan oluşturuluyor. İki boyutlu bir toplumu irdeleyen film de ancak iki boyutlu olabilir felsefesi üzerinden hareket ediliyor. Bu estetik yapı filmi kendini yansıtan (self-reflection) hale getiriyor ve film bir performans olarak süper ayna işlevi görüyor. Bu anlamda bloglardaki, bir şeyin zaten “O” olduğu için eleştiriliyor olması, filmin iki boyutlu yapısının sürekli yeniden üretildiğini, başka bir ifadeyle de Don’t Look Up’ın gündelik veya gerçek diye adlandırdığımız alanda da devam ettiği anlamına geliyor.
Bir eser veya durum hakkında yapılan pozitif veya negatif yorumların tamamı belirli bir gruba dahil olmayı veya belirli bir gruptan ayrışmayı az ya da çok barındırmaktadır. Ancak özellikle bir esere karşı geliştirilen beğenmeme yargısı ve bu beğenmeme yargısının kamusal alanda (sosyal medyada) kalıcı olarak dile getirilmesi ve kendisi gibi düşünmeyenleri, başka türlü düşünmeye yeltenenleri dahi küçültücü bir biçimde etiketlemesi, Anti-Sokratik yeni kitle kültürünün temel mekanizması olarak işlev görüyor gibidir.
Bir kişinin hem estetik anlamda hem de bilgi olarak her şeyi bilmesinin teyit edildiği yer yine kendisi olduğunda, ki yeni katılımcı kültür, çok büyük oranda insanlarda bu tür bir eğilim oluşturmuş görünüyor, kendisiyle başlayıp kendisiyle biten ve ayrı dünyalarda yaşayan bir toplum (insan) meydana geliyor. “Ben düşünüyorum o halde doğru olmalı” (2) önermesinin kitleselleşmesi, artık imgelere dönüşmüş Öteki kişilerle girilen ilişkilerde kaçınılmaz paradokslar oluşmasına neden oluyor. Bir yandan yalnızlaşan insan diğer yandan da büyük kitlelere ait olma isteği duyuyor. Kendi iç dünyamızda yarattığımız diyaloglara bir yandan kusursuz cevaplar vermeye çalışırken, dış dünyadan da sürekli onay bekliyor olmamız, narsistik, yarı şizofrenik ve ikiye bölünmüş birey ve toplum ortaya çıkarıyor.
Tarihin neredeyse tüm devirlerinde yeni teknoloji ve iletişim biçimlerine negatif yönlü eleştirel yaklaşılmıştır. Sokrates gençlerin artık sözlü felsefe yapmadığını, kitaplar üzerinden felsefe yapmaya çalıştığını ancak felsefenin bu şekilde yapılamayacağını savunmuştur. Tartışmalı olsa da ilk yazıtların içeriğinin de toplumun yozlaşması, zamanın çok değişmiş olması hakkında olduğu söylenmektedir. Ve tarih boyunca içinde bulunulan zamanın tarihsel açıdan en kötü zaman olduğuna dair görüşler en sık rastlanan düşüncelerdir. (3) Ancak çağdaş düşünürlerin bazıları gerçeklik ile ilgili temel referansımız sonlandığı için artık farklı bir evreye, yeni bir insan formuna dönüşeceğimizi dillendiriyor. Bu ne kadar doğru önümüzdeki süreç gösterecek ancak filmler üzerinden “Yeni Eleştiri Kültürü”nü incelemeye çalıştığımız yazıyı konuya başladığımız yönetmen-filozof Michael Haneke ile bitirmek şık olur diye düşünüyorum.
Mutlu Son filminde, on üç yaşındaki ana karakter dahil neredeyse bütün karakterler intihar etmek istiyor ama beceremiyor, gündelik hayat-ölüm-seks-yemek gibi neredeyse her şey aynılaşıyor, ölüm anları cep telefonu kamerasına kaydediliyor ve somurtkan bir eğlence olarak tüketiliyor, toprak kayıyor, işçiler ölüyor, kızı annesini zehirliyor, çocuklar bebek bakıyor, insanlar sadece sözcüklerle sevişiyor, ebeveynler ile çocuklar konum değiştiriyor. Haneke’nin mizahi ve absürdü en çok kullandığı film olan “Mutlu Son” sanki artık gidilebilecek bir yer bir zaman kalmadığını söylüyor. Kanımca Haneke’nin tek pesimist ve izleyicisine artık rahatsız edebileceği bir alanın kalmadığını söylediği filmi. Sinemasının ilk yıllarında değindiği konuların üzerine düşünülmediğini söyleyen bir film. Sanki Haneke bu filmle birlikte kendi sinemasını parantez içine almış oluyor ve toplumun istediği mutlu sona ulaştığını söylüyor… Umarım öyle değildir.
Mutlu Son
Son Söz
Prolog bölümünde geçen telefon görüşmesi Psikiyatrist Dr. Engin Geçtan’ın başından geçen bir olay ve Geçtan buna benzer durumların gündelik yaşamda daha sık yaşanan ve artık normalleşen kitlesel tepkiler olduğunu vurguluyor. Narsistik davranışlar gerçeklik duvarına çarpınca kendisini görmek istemeyen kitleler, gerçekliği suçlar hale geliyor. “Niye yanlış numarayı aradım?” Benzer şekilde, kötü bulunan filmler için kullanılan ve artık kitlesel hale gelmiş bir cümle var “bana iki saatimi geri verin”. Bu cümlenin oldukça hüzünlü olduğunu düşünüyorum. Dünyayı ve doğayı kendisini eğlendirmesi, ona hizmet etmesi gereken bir yer olarak algılamak isteyen insanın “aslında bu iki saatte ve sonraki iki saatte kendisine anlamlı gelecek hiçbir şey olmadığını” imleyen bu cümle dünyayı yanlış tanımış olmasının hüznünü de barındırıyor gibi. Yapacak anlamlı hiçbir şeyi olmayan insan için anlam yükleyebildiği ve bana bakın, beni görün diye bağırdığı tek alan beğenmediği bir filme yorum yapmak oluyor. Bu nedenle yeni eleştiri kültürünün ortaya çıkardığı bu tür narsistik yapıların, bireysel değil toplumsal eksende ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Narsisizm görünmediğini, duyulmadığını, kendisini anlatamadığını, var olamadığını hisseden insanın, varoluşunu sürdürebilmek için belki de seçmek zorunda kaldığı bir yol. Ancak nasıl ki iklim krizi, pandemik salgınlar, global ekonomik sorunlar ve gelir eşitsizliği çözmemiz gereken acil sorunlarsa, yeni eleştiri kültürünün ortaya çıkardığı birçok sonuç da en azından üzerine daha sık düşünmemiz gereken ciddi sorunlar olarak karşımızda duruyor.
1 Bu yazıyı yazarken Engin Geçtan’ın Kimbilir, Varoluş ve Psikiyatri, Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, Psikanaliz ve Sonrası kitaplarından yararlanılmıştır.
2 Descartes’in “Düşünüyorum o halde varım” önermesine ironik yaklaşımla.
3 Paris’te Gece Yarısı (2011) filmi bu konuda güzel ve mizahi bir filmdir
Günümüz Eleştiri Kültürü, Üretirken Bizi Kısıtlıyor Mu?
- ESRA ECE KULECİ X ZEYNEP DİLAN SÜREN -
Bu podcastte yönetmen Zeynep Dilan Süren ile yönetmen ve bir üreten olarak bugünün eleştiri kültürüne dair konuştuk. Lise yıllarından beri kısa filmler yazıp çeken Dilan, son filmi Büyük İstanbul Depresyonu ile pek çok ülkede seyirciyle buluşma imkanı yakaladı bu buluşmalardan ve sosyal medyadan filmle ilgili seyirciden gelen dönütleri podcastde bizimle paylaştı. Ayrıca yönetmen olmanın dışında bir seyirci olarak filmlere nasıl yaklaştığımızı birlikte sorguladık.