top of page
#5 kenar etkisi_kapak.jpg

Kenar Süsü

- DENÄ°Z UÇAN -

Sekme Yayın Kurulu Adına

Ev kapıları, park duvarları, ÅŸehir surları, orman sınırları, kiÅŸisel alanlar, tarla çitleri, deniz kıyıları, toplulukların dış çeperleri… Ä°lk temas, ilk etkileÅŸim, ilk adım buralarda atılıyor. Ä°lk tanıma, ilk tanışma buralarda, suyun sıcaklığı ya da soÄŸukluÄŸu, ilk cıvıltılı kuÅŸ sesi, ilk trafik, ilk gülümseme, belki ilk sigara, ilk hasat çıkışı hep bu kenarlarda, sınırlarda geziniyor. Her merhaba gibi, ilk tehdit, ilk müdahale, ilk yabancı kenarlarda beliriveriyor. Dışarıya itilme, uzaklaÅŸma, belki dışlanma, kaçışlar merkezden kenarlara doÄŸru oluyor. Bir arada yaÅŸayabilme denemeleri de ilk olarak kenarlarda baÅŸlıyor. Kenarlar ve sınırlar organik olarak yaşıyor, büyüyor ve küçülüyor, biçim ve anlam deÄŸiÅŸtiriyor. En az bizim kadar canlı, deÄŸiÅŸken, bir o kadar da manipüle edilebilir alanlar, belki deÄŸilen belki çarpıp geri dönülen kenarlar. 

 

BeÅŸinci sayımız “Kenar Etkisi”nde, önce dijital, sonra bir kısmımız için fiziksel olarak kenarlarımızın deÄŸdiÄŸi, zihinlerimizin buluÅŸtuÄŸu, editörümüz Kültürhane ekibi bizi bir yolculuÄŸa çıkarıyor. Kenarlarda gezindiÄŸimiz, içeri ve dışarıyı anlamaya çalıştığımız, verimlilik, güvenlik, psikoloji, simbiyosis, birliktelik ve ayrılık üzerine birçok fikri, anıyı, gördüÄŸümüz, duyduÄŸumuz, izlediÄŸimiz bir sayı ile karşınızdayız. Kenarlarda gezinmenin belki de bir cambazlık olabileceÄŸine, yeni deneyimlere açacağımız kucaklara, doÄŸanın iÅŸleyiÅŸinden kesitlere, kiÅŸisel deneyimlere, toplulukların yaÅŸamlarına, kazma kürek vurulacak ve vurulmasa daha iyi olacak alanlara, sıcak yuvalardan uzak diyarlara taşınan kutulara, sanatla iç içe geçmiÅŸ birçok kenara, kuÅŸ seslerine, sohbetlere tanık olacağız. Bu kenarlarda çoÄŸu ÅŸeyin nasıl dallanıp budaklandığını, biçim deÄŸiÅŸtirdiÄŸini bize fısıldayan bir gezinti olmasını umarım. Belki de bu yüzdendir, kitap sayfası kenarlarına yazışlarımız. Yazarın bize bıraktığı boÅŸ kenarlarla, kendimizden kalanları birleÅŸtirmek, ve yeniliÄŸe ÅŸahit olmak. 

 

Birbirimizi görmeden, kenarlarına temas etmeden geçen hemen hemen bir buçuk senenin ardından, karşılaÅŸmalar, buluÅŸmalar, temasların ÅŸifa getirmesi dileÄŸiyle… 

 

Ä°yi okumalar!

deniz.

Deniz Uçan

Editörden

- KÜLTÜRHANE -

Geometrik olarak kenarların toplam uzunluÄŸunu ölçmek kolaydır. Peki bu kenarlarda olmanın, dolaÅŸmanın, karşılaÅŸmanın kamusal, kültürel etkisi nasıl anlaşılır?

 

Ä°çeriyle dışarının; onun ve bunun; orası ile burasının, biz ve onların hemhal olduÄŸu, temas ettiÄŸi, birbirine karıştığı, birbirini etkilediÄŸi kenarlarda yaÅŸanan etkileÅŸimin sonuçlarının muhasebesi muhakkak ki çetrefilli bir iÅŸ. Ä°lk baÅŸta ayrılığı, karşıtlığı, gerilimi, ayrışmayı düÅŸündürse de kenarlar aynı zamanda farklılıkların temasından doÄŸan öÄŸrenme ve dönüÅŸüm imkanlarını da barındırır.

 

Ekoloji yazınından ödünç alarak kullandığımız, üzerine düÅŸünmeye soyunduÄŸumuz kenar etkisi, farklı türlerin karşılaÅŸmasına imkan tanıyan ekotonları ortaya çıkaran dinamik olarak bilinir. Farklılıklar barındırmayan mono kültürel alanların daha yoksul ve kırılgan olma riskine karşın doÄŸal çeÅŸitliliÄŸin ve evrimin temel anahtarlarından biri sayılan karşılaÅŸma ve karışma bizim de bu sayıda ana odağımız olacak.

 

KiÅŸi ve toplulukların bulunduÄŸu, karşılaÅŸtığı, birbirine karıştığı kültürel ve sosyal alanlar da kenarlar, sınırlar, eÅŸikler barındırır. Ayrışma ve karışma, muhabbet ve çekiÅŸme, dayanışma ve gerilime sık sık sahne olan bu kenarların insanın doÄŸası ve kültüründeki etkileri yadsınamaz.

 

Ekotonları sadece insan odaklı düÅŸünmek de bir hata olur. Kavramı ödünç aldığımız ekoloji yazını bu etkinin en kristalleÅŸmiÅŸ halini tabiatın akışında gösterir. Dahası farklı türlerin karşılaÅŸmasının ortaya çıkarması muhtemel özgünlük ve zenginlikler sanat, edebiyat, gastronomi içinde de gözlenebilir.

 

Ä°ÅŸte Sekme’nin bu sayısında kenarların bireylerin psikolojisini, toplulukların yaÅŸamını, kültürel öÄŸeleri ve yapıtları nasıl etkilediÄŸini ya da etkileme potansiyeli taşıdığını soruyoruz. BaÅŸka bir deyiÅŸle kenarın ettiÄŸi vaatleri ve tehditlerinin çok farklı biçimlerinin peÅŸine düÅŸüyoruz.

 

Kenarların etkilerini izlemeye kavramın membaından ekolojiden baÅŸlıyoruz ve ilk kenar etki analizini Ä°yi Ekim ekibinden Burcu Arıkan ve Evren Yıldırım’ın kaleminden okuyoruz. Sinan Canan ve GüneÅŸin Aydemir ile gerçekleÅŸtirdiÄŸimiz söyleÅŸi tartışmamızı biyolojiden kültürel ve sosyal alanlara yönlendirecek. Kerem Ali Boyla da bu yönlendirmeyi göçmen kuÅŸlardan kentlere taşıyor. Kentlerin kenarlarında dolaÅŸmayı Bediz Yılmaz’ın kentsel tarım tecrübesine dair gözlemlerini okuyarak sürdüreceÄŸiz. Kenar etki hasadını tarladan masalarımıza taşıyan da Erhan Akarçay olacak. Böylece Ä°stanbul’da ve hatta Burdur’daki Çin lokantalarının ÅŸaşırtıcı hikayeleri ile sofralarda, restoranlardaki farklı kenar buluÅŸmalarının masasına oturacağız.

 

DoÄŸal olandan beÅŸeri olana, tarımsal olandan kentsel olana geçmiÅŸken bir ÅŸehirler arası yolculuÄŸun hikayesinin gizli kenarlarına bakmanın da zamanı gelmiÅŸmolur. O halde sözü AyÅŸe Devrim BaÅŸterzi’ye bırakıp, onun psikiyatrik öÄŸelerle bezenmiÅŸ Ah Asuman okumasının keyfini çıkarabiliriz.

 

Nasıl Ah Asuman’ın filminden önce öyküsü vardıysa, sinemadan önce de söz vardı. Sözün, dillerin kenarlarında çıkacağımız gezinin mihmandarlığı da Meral Camcı üstleniyor ve bizi kenardan uç veren çevirilerde dolaÅŸtırıyor. Hazır edebiyatın sularında gezinmeye baÅŸlamışken Hakan Atay ve Cemal Ender’le iki çok farklı yazarın “Dünyanın Sonundaki BuluÅŸması”na kulak vermeden geçemezdik elbette. Kulak vermek demiÅŸken de Bediz Yılmaz’ın hazırladığı çalma listesiyle ÅŸarkı olmuÅŸ ÅŸiirleri dinlerken edebiyat ve müziÄŸin, ÅŸairlerle müzisyenlerin ilham veren kenarlarında biraz vakit geçirelim istedik.

 

Sekme’nin bu sayısının son kenarında da görsel sanatlar olsun istedik. Veli Mert’in resim sanatının komposizyonunda kenarları, kadrajı ele aldığı tartışmasının ardından Gülbin Akarçay fotoÄŸrafın kenar etkisi taşıyıcısı olma potansiyeli üzerine düÅŸünüyor.

 

Görüyorsunuz kenar etkisinin farklı boyutlarını ele almaya soyunma çabamız baÅŸlı başına kendinden bir kenar oldu ve müthiÅŸ etkiler vaat eder hale geldi. Biyologlar, çiftçiler, çevirmenler, yazarlar, müzisyenler, ressamlar, tasarımcılar fotografçılar Sekme’de buluÅŸmuÅŸ oldu. 

 

Ama sayıyı bitirmeden deneysel iki kenarın daha etkisini görmek istedik. DoÄŸa Can Ertürk ve Kaan Åžen Avrupa’nın iki kenarında yeni yaÅŸamlar kurmaya çalışmalarını ortak bir illüstrasyonla kağıda aktarmaya soyundular. KomÅŸu oldukları yeni kenarların etkilerini ortak bir tasarıma döktüler.

 

Sekme’nin perdesini kapatmak da elbette tiyatroya düÅŸerdi. Seyirci ve oyuncu, hayat ile oyun arasındaki alışıldık kenarı biraz daha zorlamak istedik ve bitmiÅŸ bir oyunun karakterlerini dinlemeye kalkıştık. 

 

Son söz olarak gökten daha nice kenarlar düÅŸmesini dileyelim. Hepsi de farklılıkların kıymetini bilenlere rast gelsin…

Kültürhane

- BURCU ARIKAN & EVREN YILDIRIM - Ä°YÄ°EKÄ°M -

Ä°ki farklı popülasyonun ya da ortamın buluÅŸtuÄŸu arayüzde (diÄŸer adıyla ekoton: iki ortamın her ikisinden de farklı bir ÅŸeye birleÅŸtiÄŸi geçiÅŸ alanı) kenar etkisi görülür. YaÅŸam, farklı ortamları birbirinden ayıran bu 'kenarlarda' veya 'sınırlarda' zenginleÅŸir, çeÅŸitlenir.

 

Bu alanlar neden daha fazla verimlidir ve bu alanlarda neden daha fazla yaÅŸam buluruz? Kenar bölgeleri geçiÅŸ bölgeleridir. Bu geçiÅŸ iklimi sayesinde hem iki farklı alana ait yaÅŸamlar hem de kenarın kendine has ekosistemine özgü yaÅŸamlar bir arada var olur. Göl, nehir, deniz gibi su sistemlerinin kara ile keÅŸitiÄŸi bölgelerde suda ve karada yaÅŸayan hayvanların, bitkilerin yanı sıra hem suda hem de karada yaÅŸayabilen, baÅŸka alanlarda görülmeyen hayvan ve bitki popülasyonları vardır. ÖrneÄŸin, kurbaÄŸa ve semender gibi amfibi hayvanlar (iki yaÅŸayışlılar) ya da sadece yağış ve hava nemine deÄŸil taban suyuna da baÄŸlı olan longoz ormanları gibi nadir ekosistemlere bu bölgelerde rastlanır.

 

Bu arayüz ve geçiÅŸ alanının yarattığı kenar etkisi su ile karanın buluÅŸtuÄŸu, ormanın otlakla birleÅŸtiÄŸi, kayaların yeryüzünde ortaya çıktığı, ÅŸehrin bitip kırsalın baÅŸladığı fiziksel alanlarda karşımıza çıktığı gibi farklı kültürlerin karşılaÅŸma noktalarında hatta iki ülke arasındaki sınırlarda da gözlenir. Tüm fiziksel, zihinsel ve kültürel farklılıklar kenar etkisi yaratır. Kenarların saÄŸladığı elveriÅŸli ortam çeÅŸitliliÄŸi, çeÅŸitlilik etkileÅŸimi, verimi ve sürdürülebilirlik potansiyelini barındırır. Çok çeÅŸitlilik, kültürlülük olduÄŸu için sistemdeki bir öÄŸedeki aksama sistemi bozmaz. Sistemin bir öÄŸesinde sorun olsa bile diÄŸer ögeler sistemi devam ettirir, istikrar ve direnç vardır.

 

ÇeÅŸitlilik ve verim kaynağı olan kenar etkisi, çok sayıda farklı yapının, doÄŸal alanın ve  insan topluluklarının bir araya geldiÄŸi ÅŸehirler açısından da çok önemlidir. Åžehirlerde kenar etkisi her yerdedir: kaldırım kenarları, su kenarları, site-gecekondu duvarları, parkın bitip sokağın baÅŸladığı yer ya da evden çıkıp sokaÄŸa adım attığımız alan yani bireyselden kurumsal mekana geçiÅŸ, farklı kültürel kodları olan mahallelerin kesiÅŸtiÄŸi noktalar. Her ne kadar ilk bakışta karmaşık, kaotik görünse de kentin kenarları da bir düzen, konfor ve güvenlik duygusu aşılar. Herkes kenarda var olabilir, kenarda etkileÅŸim vardır. Mekanda olup bitenden haberimiz olur. Kenarlar kentte durmak için iyi noktalardır ve zaman geçirme alanı olarak tercih edilirler. Çene çalınan, girip çıkılan, yanı başında dikilip beklenen, yanında veya üstünde oturulan alanlardır. Kentin ortak dilinin geliÅŸtiÄŸi mekanlarıdır. Ne kadar farklılık o kadar kenar; o kadar etkileÅŸim o kadar bereket demektir.

 

Peki bu kadar bereket getiren kenar etkisi, kenar olmayan alanlara yayılabilir mi? Burada doÄŸada ne hayvan ne de bitki sınıfında yer alan, bu iki alemin arasında kendine has bir kenarda yaÅŸadığını söyleyebileceÄŸimiz mantarlardan öÄŸrenebileceÄŸimiz bir ÅŸey olur mu dersiniz?

 

Mantarlar genelde bir yaÅŸamın bitip diÄŸerinin baÅŸlamasına yardımcı olarak bilinirler. Bu yaÅŸamdan yaÅŸama geçiÅŸ sürecinde bir kenar etkisini yarattıklarını düÅŸünebiliriz. Çürükçül yaÅŸamları nedeniyle baÅŸta selüloz yapılı organik malzemeler olmak üzere aÄŸaçlar, bitki örtüsü ve diÄŸer canlılar ile beslenirler. Miselyum adı verilen mikroskobik hücreleri ile, bitki ve hayvan kalıntılarını parçalarken karbon, nitrojen ve diÄŸer temel elementleri geri dönüÅŸtürürler. Ve hayatın devamı için ihtiyaç duyulan zengin yeni toprak oluÅŸumuna katkıda bulunurlar. Bu nedenle gezegenimizde yaÅŸamın devamı için hayati öneme sahiplerdir.

 

Yeryüzünde 1,5 milyon kadar mantar türü olduÄŸu düÅŸünülmekte. Günümüzde ise ancak 69.000 kadar türü tanımlayabilmiÅŸ durumdayız. Mikoriza olarak adlandırılan mantar türleri bitkiler ile simbiyotik iliÅŸki kurarlar. Kara bitkilerinin yaklaşık %90'ı mikorizal mantarlarla bir ÅŸekilde birlikte yaÅŸar. Mantarlar bitkinin kök sistemini kolonize ederek, bitkiyi patojenlerden korur, bitkiye su ve besin saÄŸlar; bitki de fotosentez yoluyla ürettiÄŸi basit ÅŸekerleri mantarlara verir. Özetle mantarlar bitkilerden ve hayvanlardan aldıklarını dönüÅŸtürerek, kara bitkilerinin çoÄŸunun ve dolayısıyla hayvanların hayatta kalmasını mümkün kılan bir dünya yaratırlar.

 

Mantarlar ipliksi aÄŸları sayesinde bitki kökünün ulaÅŸabileceÄŸinin yüzlerce katı uzaklıklara gidebilir ve bitkinin ihtiyacı olan su ve besin maddesini farklı ortamlardan taşıyabilirler. Yani mantarlar aslında bitki kökünün kenar alanını geniÅŸletir, ona farklı ortamlardan besin ve su saÄŸlayarak bitkinin daha karmaşık yapılara evrimleÅŸmesine izin verir. Ve bunu hiç kimse farkına varmadan sessiz sedasız gerçekleÅŸtirirler.

 

Mantarla olan yakın genetik baÄŸlantımız düÅŸünüldüÄŸünde bizler de bu direnci ve çeÅŸitliliÄŸi saÄŸlamak için doÄŸada, yaÅŸam alanlarımızda, ÅŸehirlerde kenarları fark etmemiz, kenar etkisi artıracak baÄŸlantı sistemleri tasarlamamız ve yeni kenarlar yaratıp, bu kenarları birbirleri ile etkileÅŸime geçirmemiz zor olmasa gerek.

Burcu & Evren - Ä°yiEkim

Kenarlar, Åžehirler, Mantarlar

Güneşin Aydemir & Sinan Canan

Hücre Zarından Anadolu’ya Kenar Etkisi

- GÜNEŞİN AYDEMÄ°R & SÄ°NAN CANAN -

Sekme’nin giriÅŸini sayının temasına ilham veren GüneÅŸin Oya Aydemir’le kenar etkisi kavramını konuÅŸarak baÅŸlayalım istemiÅŸtik. Hasbihalimize Sinan Canan da katılınca sohbet ekolojiden biyolojiye, siyasetten eÄŸitime, göçmen kuÅŸlardan Anadolu’ya, Ä°stanbul’a kadar uzanmış oldu. Kenarlar etkisinin gezegenin her detayında nasıl var olduÄŸuna ve nelere gebe olduÄŸuna dair bu keyifli ve ilham verici sohbetle sizleri baÅŸbaÅŸa bırakıyoruz. 

Kenar Etkisi: DoÄŸa Korumada Etken mi,
Fırsat mı?  

- KEREM ALÄ° BOYLA -

Sabahın erken saatinde Ä°ÄŸneada’dan yola çıkıyoruz. Hedefimiz subasar ormanlardan oluÅŸan Longoz’da kuÅŸ gözlemi. Araçları Mert Gölü yolundaki park alanına bıraktıktan sonra 2 saatlik bir orman yürüyüÅŸüne baÅŸlıyoruz. DiÅŸbudak ve meÅŸe aÄŸaçlarının altında müthiÅŸ keyifli bir patikada ilerliyoruz. Gerçekten dört dörtlük bir doÄŸa koruma alanı, bakir bir doÄŸa parçası... Ä°ki saatin sonunda listemizde sadece 15 farklı kuÅŸ türü birikmiÅŸ. DeÄŸiÅŸik bir aÄŸaçkakan türü dışında, aynı orman kuÅŸları, ispinozlar, kızılgerdanlar ve baÅŸtankaralar. Oysa Ä°stanbul’da bir ÅŸehir parkında bile daha fazla tür çıkardı.  

 

Daha sonra ormandan çıkıp, Mert Gölü’nün kenarına varınca iÅŸler deÄŸiÅŸiyor. Hem balıkçıl ve ördekler gibi sulak alan kuÅŸlarıyla karşılaşıyoruz, hem de ormanın içine bulunmayan, ama kenarında yoÄŸunlaÅŸan örümcek kuÅŸu ve sinekkapan gibi açık alanları seven aÄŸaç türlerini listeye ekliyoruz. Bir anda listemiz zenginleÅŸiyor. Orman-sazlık, sazlık-açık göl, sazlık-deniz kıyısı kombinasyonlarıyla günü 80 türle kapatıyoruz.

 

KuÅŸ gözlemcileri, yüzlerce türü görünüÅŸleriyle ve sesleriyle bir anda tanıyan ve onları bulmak için farklı bölgelerde deÄŸiÅŸik alanları ziyaret ederler. Bu nedenle yaÅŸam alanları, doÄŸal yaÅŸam ve ekolojik sorunlar konusunda pratik bilgi sahibi olan kiÅŸilerdir. Onları bakir ormanlarda veya el deÄŸmemiÅŸ daÄŸlarda çok aramayın. Genellikle yekpare habitatların bulunduÄŸu sizin güzel ve yabani bulduÄŸunuz alanları deÄŸil, farklı yaÅŸam alanlarının bir arada bulunduÄŸu alanlara giderler. Bir su arıtma havuzunun deÅŸarjında, bir daÄŸ kasabasının açık çöp alanında veya suyla dolmuÅŸ ve zamanla sazla kaplanmış yapay bir göletin kenarında vakit geçirirler.  

 

Ekolojide kenar etkisi, iki veya daha çok yaÅŸam alanının kenarında yaÅŸayan türlerin sayıları ve topluluklarındaki deÄŸiÅŸiklikler olarak özetlenebilir. Ä°ÄŸneada ormanlarında olduÄŸu gibi ormanın ve sazlıkların birleÅŸtiÄŸi yerde hem ormanda yaÅŸayan, hem sazlıkta yaÅŸayan, hem de ikisinde de yaÅŸamasa da bu geçiÅŸ bölgesinde rahat eden türlerin hepsi bir arada bulunuyor.

 

Bu konuda yapılmış kapsamlı ve örnek bir araÅŸtırma var Türkiye’de. DoÄŸa Koruma Merkezi, WWF-Türkiye ve DoÄŸa Koruma ve Milli Parklar Genel MüdürlüÄŸü (DKMP) ortaklığıyla yürütülen, Akdeniz’in Öncelikli Orman Alanları Projesi kapsamında 2004 yılında 35 adet 50x50 km’lik karede sistematik üreme çalışması tamamlandı (Zeydanlı vd. 2005). Bu çalışmanın en çarpıcı sonucu, üreyen kuÅŸ çeÅŸitliliÄŸinin saf ormanlarda deÄŸil, orman ve maki alanların birbirine girdiÄŸi alanlarda en yüksek olmasıdır. Makiliklerin “bozuk” veya “ıslah edilmesi” gereken alanlar olmadığı, ormanlarla beraber bulunduÄŸunda ekosistemi zenginleÅŸtiren unsurlar olduÄŸu bir kez daha vurgulandı.

 

Kenar etkisi doÄŸal yaÅŸam içinde bir istisna gibi görülse de, aslında tam tersine doÄŸal yaÅŸamın genel kuralı olarak tanımlanabilir. ÖrneÄŸin birçok kuÅŸ türü farklı yaÅŸam alanlarının bir arada bulunduÄŸu alanlarda varlık gösteriyor. Mesela hem orman istiyorlar, hem de ıslak çayır. Türlerin oluÅŸmasının milyonlarca yıl sürdüÄŸünü dikkate aldığımızda, kenar etkisini de aslında ana kural olarak görmek hiç zor deÄŸil. Belli ki bu yaÅŸam alanı temasları yüzbinlerce yıldır kesintisiz gerçekleÅŸen doÄŸa olayları.

 

Dünya üzerindeki insan etkisini bir gecede ortadan kaldırdığımızda, her tarafın ormanlarla kaplanacağı söylenir. Çernobil Kazasından sonra, kasabada yaÅŸayanlar yanlarına hiçbir ÅŸey almadan evlerini terk etmiÅŸlerdi. Bugün orada yaban hayatı tamamen geri gelmiÅŸ durumda. Çocuk parklarında geyikler, bina aralarında kurt sürüleri dolaşıyor. Bitkiler, çalılar ve aÄŸaçlar her türlü çatlaktan çıkmışlar ve doÄŸal bir ormanı oluÅŸturmuÅŸlar.

 

Ancak orman hiçbir yerde homojen, kesintisiz deÄŸil. Åžiddetli bir yaÄŸmur sonrası gerçekleÅŸen bir toprak kayması ile yüzlerce yıllık aÄŸaçlar bir anda kendilerini dere yatağında buluyorlar. Kurak geçen bir yaz doÄŸal yangınları tetikliyor. Yani hiç zarar görmemiÅŸ, kesintisiz kilometrelerce alana yayılmış yekpare bir orman bir ütopyadan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil. Bütün ormanlar devrilen aÄŸaçlar, yanan kısımlar ve kayan topraklar nedeniyle oluÅŸan açıklıklarla dolu. Her açıklık, kenar etkisinin devam etmesine ve o ekotonlardan faydalanan türlerin üremesine katkıda bulunuyor.

 

Kenar etkisinin olumsuz kısımları da var. Ormanlar üzerinden örnek vermeye devam edelim. Avcı baskısı, rahatsız edilme ve bulunduÄŸu alanların iÅŸgal edilmesi gibi etkenlerle birçok geyik, karaca ve çekingen tür ormanın derinliklerinde yaşıyor. Yekpare bir orman yeni açılan yollar veya tarlalarla bölündüÄŸünde hayvanların sığınacakları iç kısımlar katıyla daralıyor. YaÅŸam bölgelerine daha fazla avcı eriÅŸiyor, su içtikleri dere boylarını kampçılar keÅŸfediyor. Bu ÅŸekilde hayvanların yaÅŸam bölgeleri daralıyor. Ä°nsandan uzak kalmak isteyenlere ormanı dar ediyoruz.

 

Ä°kinci olumsuz etki, kenar nedeniyle ormana sokulan yabancı türler. Ülkemizde yaban hayatını baskılayan en büyük etkenlerden biri başıboÅŸ köpekler. 4-5 bireylik küçük çeteler halinde orman yollarında devriye gezerken tüm ormandaki kokuları tarıyorlar, karşılarına çıkan bir karaca veya domuz olduÄŸunda iz takibe baÅŸlayarak hayvanların peÅŸine takılıyorlar. Yani ormanın kenarı çoÄŸalınca, orman hayvanlarının peÅŸinden giden köpeklerin sayısı da artıyor.

 

Ormanlardan çıkıp, biraz da tarlalara ve bozkırlara giderek kenar etkisini inceleyelim. Anadolu’dan Avrupa’ya kadar birçok coÄŸrafyada tarla sınırını belirlemek için çit bitkileri kullanılıyor. Bu çitler hiç de azımsanmayacak miktarda hayvan ve bitki türü barındırıyor. Çiçeklerde beslenen arı ve kelebekler, çitin altında otlatmadan korunan orkideler, inlerini kazan porsuk ve fareler veya uyumaya gelen tilkiler. Çitin olmadığı yerlerde de tarla kenarlarındaki boÅŸ kalan ÅŸeritte yaÄŸlı tohumlu yaban bitkileri, böcekler ve kuÅŸlar için yaÅŸam alanı oluÅŸturuyorlar.  

 

Ancak günümüzde gıda üretiminin daha hızlı, kolay ve ucuz olması adına çitler de tehlike altında. Bir yandan miras yoluyla çocuklarına dağıtılan tarlaların devamlı olarak bölünmesi sonucunda birim maliyetler artık ve birçok yerde tarla toplulaÅŸtırmasını zorunlu kıldı. DiÄŸer yandan kadastroda kullanılan uydu teknolojileri ile hem tarla sınırlarını çitle belirtme ihtiyacı ortadan kalktı, hem de tarla kenarı tarımsal üretime dahil edildi. Bu nedenle Avrupa’da tarlakuÅŸu, üveyik ve bıldırcın gibi birçok kenar türü yok olma noktasına geldi.  

 

Burada da devreye giren doÄŸa koruma kuruluÅŸları, aman kenarı ihmal etmeyelim, gerekirse çiftçilere kenar bırakmaları için para verelim, diyerek doÄŸa koruma projeleri oluÅŸturuyorlar. Kenarı koruyarak hem de tarladaki böceklerle beslenebilen hayvanları barındırmış oluyorlar. Çitlerin kültürel ve biyolojik önemlerini vurguluyorlar.

 

Hindistan’ın en büyük ÅŸehirlerinden Mumbai, su kaynaklarını korumak için yakındaki ormanlık alanı Sanjar Gandhi Milli Parkı ilan etmiÅŸ. Bugün itibariyle en azından 40 leoparın parkta yaÅŸadığı biliniyor. Leoparlar gündüz saatlerinde ormanda güvenli bölgelerinde dinleniyorlar. Ancak gece olduÄŸunda, ormandan çıkarak ÅŸehre gidiyorlar ve ÅŸehirdeki çöplüklerde beslenen ve çoÄŸalan sokak domuzu, sokak köpeÄŸi ve benzeri hayvanlarla besleniyorlar. En çok beslendikleri alanlar da ÅŸehrin ormana yakın kenar bölgeleri. Buralar tüm ÅŸehirlerde olduÄŸu gibi çöp ve moloz dökülen alanların, eski bahçe ve tarlaların daha çok bulunduÄŸu alanlar. Dolayısıyla besinleri de daha çok ÅŸehrin periferindeki mahallelerde.

 

Aynı hikaye küçük ölçekte bizim ÅŸehirlerimizde de yaÅŸanıyor. Tüm ÅŸehirlerde karabataklar, Ä°stanbul’da gri balıkçıllar ve Ä°zmir’de tepeli pelikanlar ÅŸehir sularındaki balıklarla karınlarını doyurabiliyorlar. Ä°htiyaç duydukları tek ÅŸey, hayatlarının beslenme dışındaki diÄŸer yarısını geçirebilecekleri bölgeler. Güvenli uyuyacakları aÄŸaçlar ve adalar, veya yuvalayacakları koloniler. Ä°zmir’in ÅŸansı Gediz Deltası’na yakın olması.

 

BiyoçeÅŸitliliÄŸinin korunması ÅŸehir içinde ve ÅŸehir dışında doÄŸal yaÅŸamın tekrar kurgulanması için müthiÅŸ fırsatlar veriyor bu kenar etkisi. 

Kerem Ali Boyla

Tarım Alanlarını Yutan Kentlerde Tarımsal Gedikler Açmak

- BEDÄ°Z YILMAZ -

Klasik sosyoloji anlayışıyla yazılmış bütün kentleÅŸme kitapları ÅŸu cümleyle baÅŸlar: “Kent, tarım dışındaki faaliyetlerin yürütüldüÄŸü, kırsal alanlardan gerek ekonomik gerekse kültürel açılardan tamamen farklılaÅŸmış yerlerdir.” Artık bu dikotomik yaklaşım geçerliliÄŸini yitirmiÅŸ durumda; kentsel alanlar ile kırsal alanlar günümüzde birbirinden bu derece ayrışmış yapılar olarak kabul edilmiyor. Yine de, kentte tarım yapıldığını görünce hâlâ çok ÅŸaşıran, önce yadırgayan, sonra alkışlayan, ya da kışkışlamaya çalışan çok kiÅŸi var. Bu yazıda, bir yıllık kentsel tarım tecrübemizin bize yaÅŸattığı karşılaÅŸmalardan bazı anlar sunacağım.

 

Olay Mersin ilinin merkez bölgesindeki eskiden yazlıkların yoÄŸun olduÄŸu, son yirmi yıldır ise üniversitenin önemli bir etkisiyle orta-üst sınıf konut alanı haline gelen Mezitli ilçesinde geçmektedir. Eylül 2020’de, o sırada bir yaşında olan Solinova Mezitli Kadın Kooperatifi, Belediye’nin imkanlarıyla baÅŸlatmış olduÄŸu kentsel tarım faaliyetlerine farklı bir yön çizmek istedi ve eÅŸine az rastlanır bir buluÅŸmalar zinciri sonucunda, özel mülkiyete tabi arsalar üzerinde, Belediye’nin teknik yardımıyla Mezitli’de üç farklı noktada toplamda 11 kadın, kendilerine tahsis edilmiÅŸ birer dönüm büyüklüÄŸündeki arazide, kimyasal ilaç veya gübre –yani zehir– kullanmamak koÅŸuluyla Solinova adına tarımsal üretime baÅŸladı.  

 

Biz iki kadın arkadaÅŸ olarak birlikte çalıştığımız için iki dönümlük bir alan tahsis edildi bize. Orada, onarıcı tarım ilkeleriyle yürüttük faaliyetimizi. Yani ürüne deÄŸil topraÄŸa odaklanan, toprağı iyileÅŸtirmeyi hedefleyen, bu amaçla evsel organik atıklarla kompost yapan, tarla kenarında ve aralarda biten otları mümkün olduÄŸunca muhafaza ederek arıları böcekleri cezbetmeye çalışan ve yıllarca üstüne moloz dökülmüÅŸ toprağın kendi canlılığına kavuÅŸması için uÄŸraÅŸan, tek bir çeÅŸit deÄŸil bir çok çeÅŸidi birlikte yetiÅŸtiren, bunu yaparken ata tohumlarını korumayı ve çoÄŸaltmayı amaçlayan bir tarım anlayışı ile.

 

Ama bu yazıyı tarıma deÄŸil, tarım vasıtasıyla karşılaÅŸtığımız insanlara ayırmak istiyorum, zira binaların ortasındaki arsalarda yığılmış molozları çöpleri kimse yadırgamıyor da eÄŸer orası yeÅŸertiliyorsa, sebzeler boy veriyor, çiçekler açıyorsa, o zaman insanlar hayrete düÅŸüyor.

 

DaÄŸbaşında zeytincilik yaparken tek karşılaÅŸtıklarımız bir taşın gölgesinde soluklanmış bir kapari, beklenmedik bir yerde açmış bir daÄŸ soÄŸanı, sökülen kökünü yeÅŸertmeyi becermiÅŸ bir asma, yüzlerce yavrusunu sırtına atmış bir kurt örümceÄŸi, hızla akıveren bir minik yılan, yahut tepemizde dans eden kırlangıçlar oluyordu. Tek bir insan görmüyorduk gün boyu. Oysa kentin ortasında tarım yapıyorsanız bir çok farklı insanla etkileÅŸime girmek kaçınılmaz. Ä°ÅŸte kenar etkisi tam da burada oluÅŸuyor: beton ve asfaltın biteviyeliÄŸine aykırı, dahası, kent için tanımlanmış yeÅŸil alanlardan da (peyzaj aÄŸaçları, çimenlik, belediyenin diktiÄŸi çiçekler) farklı bir bitki dokusu zerkedince kentin orta yerine, öyle bir kenar vahası ortaya çıkıyor ki bitkiler de insanlar da ÅŸaşırıyor, çok ilginç zenginlikler çıkıyor.  

 

Bu süreçte bir kaç farklı tipte insanla iliÅŸkimiz oldu. Ä°lk grup, kent tarımı öncesinden de birbirimizi tanıdığımız, aynı ekolojik kaygılarla ortak faaliyetlerde bulunduÄŸumuz, zehirsiz ve yerel üretimin zorluÄŸunu da kıymetini de bilen gıda topluluÄŸu üyeleri veya yerel zehirsiz gıda arayışındaki eÅŸ dost. Onların bir kısmı (birlikte kurduÄŸumuz BokaÅŸi kardeÅŸliÄŸinin üyeleri) kompost faaliyetimizin de bir parçası oldu; evlerindeki veya iÅŸyerlerindeki atıkları biriktirip getirdi, tarlanın iki kenarında belediye yardımıyla açtığımız hendeklere gömdük.  

 

Ä°kinci grup, bizi ve yaptığımız iÅŸi bilmeyen, haftada bir kurduÄŸumuz tezgâhın yanından geçerken görüp gelenler. Ne yaptığımızı, bu tür bir tarımsal faaliyetin önemini anlatmakta en zorlandığımız grup bu oldu. Sadece alım gücü ile açıklanamayacak kadar endüstriyel tarım ile zehirlenmiÅŸ durumdalar. Ürünlerin zehirsiz olup olmaması, pestisitlerin saÄŸlık üzerinde en büyük tehdidi oluÅŸturması umurlarında deÄŸilmiÅŸ gibi davranıyorlar; ürün büyüklüÄŸü / fiyat oranıyla ilgileniyorlar ve bizim kimyasallarla ÅŸiÅŸirilmemiÅŸ sebzelerimiz onlar için yeterince büyük+parlak+pürüzsüz+gözalıcı deÄŸil. Zehirsiz tarımın mümkün olduÄŸuna inanmadıkları gibi, bunu yaptığını iddia eden bizlerin doÄŸru söylediÄŸine de inanmıyorlar. Bu grubu kazanmak için atılması gereken çok adım var daha.

 

Üçüncü grup ise kanımca kent tarımının bize sunduÄŸu yepyeni ve heyecan verici temas imkanına iÅŸaret ediyor: tarım yaptığımız alanın etrafındaki binalarda oturanlar veya oradan geçenler. Onların çok büyük bir kısmı nasıl bir emek vererek üretim yaptığımıza birebir tanık oldukları için yaklaşımları da ikinci gruba göre çok farklı. Tarlaya her gidiÅŸimizde, ürün almaya gelenler de, hiçbir ÅŸey almayacak olanlar da, merakla yanımıza gelip ne ektiÄŸimizi, bunu kimin adına yaptığımızı, nerede sattığımızı ve bunun gibi pek çok baÅŸka soru soruyor. Özellikle civar binalarda oturanlar, öncesinde molozların döküldüÄŸü bu boz renkli arsayı yeÅŸerttiÄŸimiz için bize teÅŸekkür ediyor. Bazıları gelip kenarında oturup bizi izliyor veya bebeklerini getirip topraÄŸa oturtuyor, çocukların elinin sebzelere deÄŸmesini istiyor. Özellikle pandemi döneminde evden çıkma yasakları sırasında tarlanın dört yanındaki binalarda oturanlar için bir nefes alacak yer oldu bahçemiz, bunu çok sık dile getirdiler.

 

Mersin’in bir emekçi kenti olmasının hoÅŸluklarını da yaşıyoruz zaman zaman. Bir arkadaşımız soÄŸan dikerken hemen yandaki binadan bir amca yanlarına gelip ÅŸunu demiÅŸ: “Günlerdir uÄŸraşıyorsunuz, bir beceremediniz, sizi izleye izleye ÅŸiÅŸtim. 40 yıl soÄŸan tarımı yaptım ben, bakın ÅŸu ÅŸekilde yapacaksınız, soÄŸanı tıpkı halı gibi sereceksiniz.” O günden sonra sık sık gelip onlarla ekim dikim yaptı. Biz de kupkuru toprakta karık açıp fideleri dikmeye çabalarken yine eski bir tarım iÅŸçisi amca su yardımıyla nasıl kolaycacık yapacağımızı anlattı, baÅŸka bir gün bir komÅŸu teyze çay getirdi, torununa bir dal yeÅŸil soÄŸan koparıp verdi.

 

Bu grup içinde bir küçük grup daha var ki, önceleri biraz bozuluyordum onlara ama artık umutlanıyorum. Bu kiÅŸilerde büyük bir toprak özlemi var, topraÄŸa dokunmak istiyorlar. “Åžu köÅŸede bana mendil kadar bir yer ver, orada ekip biçeyim” diyorlar. Bozuluyordum çünkü kolektif bir üretime katılmak deÄŸil istedikleri, hobi bahçesi gibi, sadece kendileri için istiyorlar bunu. Ama artık umutlanıyorum, çünkü toprakta bir ÅŸeyler üretmeye özlem duyanlar bu kadar çoksa, onlara evlerinin yakınındaki boÅŸ arsaları kent tarımı için kullanmaya ikna etmek de mümkün olabilir. Herkes her yerde ekip biçse, ÅŸehirler kocaman bir bahçe olur. Bebekler, tıpkı nineleri dedeleri gibi, toprakla oynaya oynaya büyür. BaÅŸka bir ifadeyle, Iraz CandaÅŸ’ın Bill Mollison’dan ödünç alarak sıklıkla hatırlattığı permakültür ilkesinin bize fısıldadığı gibi: “Problem çözümün ta kendisidir.”

 

Tarlanın kenarlarında yığılı duran molozlar temizlenip de yerine kompost gömüldükçe nasıl toprak kendine geliyor ve çeÅŸit çeÅŸit otlarla çiçekler baÅŸ gösteriyor, arılarla böcekler orada kendinden geçiyorsa, ve ardından otlar o kenarları rengarenk bir cümbüÅŸle donatıyorsa, kentin içindeki yeÅŸilin sadece seyirlik bir malzeme olmadığını, ekmenin dikmenin topraÄŸa da insana da iyi geldiÄŸini gören kentliler de aynı renk cümbüÅŸüyle bezenecekler. Çünkü en büyük çeÅŸitlilik farklılıkların iç içe geçtiÄŸi yerlerde ortaya çıkıyor: ırmağın denize döküldüÄŸü yerde, denizin karanın içine bir dil gibi uzandığı yerde, kentteki tarlada, köyde kurulan enstitüde... 

Bediz Yılmaz
Erhan Akarçay

Ä°stanbul’un
Ä°lk Çin Lokantası 

- ERHAN AKARÇAY - 

Yemek, mutfak (kültürü) pek çok kültürel öÄŸe gibi bir dildir. Dolayısıyla yemek, mutfak kültürü baÅŸka herhangi bir dile gereksinim duymadan kendi başına konuÅŸur. Göç ve mutfak iliÅŸkisi, göçmen ve mutfak kültürü bu anlamda baÅŸka herhangi bir iletiÅŸim aracına ihtiyaç duyulmadan birbirinin dilinden anlamayan karşılaÅŸma halindeki toplulukların konuÅŸma biçimine, anlaÅŸma aracına dönüÅŸüverir. Çünkü yemek etrafında kurulan sofra ayrıştırmaz, bilakis birleÅŸtirir. Dil, din, ırk, coÄŸrafya ayırt etmez; daha doÄŸrusu etmemeli, birleÅŸtirmeli. Bu yazı yemeÄŸin birleÅŸtirici gücü çerçevesinde bir göç hikayesini merceÄŸine alıyor ama aynı zamanda bir kenarda olma, kenarda kalma hikayesine de odaklanıyor.  

 

Son zamanlarda Türkiye’de UzakdoÄŸu mutfağı yoÄŸun ilgi görüyor. ModernleÅŸme serüvenimizde politikadan spora, seyahatten yemeÄŸe yüzümüz hep Batıya dönük. Ancak son zamanlarda DoÄŸuya ilginin ya da ilgimizin arttığını (bunun çeÅŸitli nedenleri, kaynakları var ama bu yazının sınırlarını fazlasıyla aÅŸan bir tartışmaya götüreceÄŸi için yazar bu derin sulara girmemeyi yeÄŸlemektedir) söylemek abartılı olmasa gerek. Türkiye’de gastronomi camiasında kliÅŸe bir deÄŸerlendirme var: ‘Türk(iye) mutfağı(mız) dünyadaki diÄŸer mutfaklardan çok daha iyi, sofistike ancak yeterince bilinmiyor(uz), tanınmıyor(uz).‘ KuÅŸkusuz bu coÄŸrafyanın göçlerle bezeli, etkileÅŸimlerle yoÄŸrulmuÅŸ mutfağı kenarda kalmak yerine tam da ‘kenar etkisi’ sayesinde merkezde olmayı hak ediyor ancak bunun için her konuda olduÄŸu gibi çok çalışmak, araÅŸtırmak, sözlü aktarıma dayalı bu kültürel mirası kayda almak, sahip olduÄŸumuz deÄŸerlere önem atfetmek ve tarımsal üretimden atık yönetimine kadar pek çok aÅŸamasıyla çoklu bakış açısına sahip olmak gerekiyor.  

 

Etnik mutfak, egzotik mutfak, küresel mutfak ve göçmen mutfağı olarak farklı biçimlerde adlandırılabilecek çeÅŸitli mutfaklara yönelik ilgi küreselleÅŸmenin olumlu sonuçlarından biri olarak kabul edilir. Üstelik yoÄŸun göç ve dolayısıyla göçmen alan küresel kentlerde çeÅŸitli mutfakların kültürel etkileÅŸim içine girdikleri, sonuç itibariyle zengin, farklı füzyon mutfakların ortaya çıktığı üzerinde hemfikir olunabilecek toplumsal olgular bulunmaktadır. Alan Warde’a göre (2016: 28) 20. yüzyılın sonunda yemek sosyolojisinin odak noktasında kiÅŸisel ve etnik kimlik, ulus inÅŸası ve ulusal kimlik, gıda korkuları, dışarıda yemek, tüketici hareketleri ve göç gibi meseleler küreselleÅŸme sorunsalı ve tüketim kültürü ekseninde tartışılmaya çalışılmıştır. KüreselleÅŸmenin tek yönlü ve büyük ölçüde Batı’nın tek yönlü hegemonyasını kurduÄŸu bir deÄŸiÅŸim olarak okumak yerine karşılıklı olarak kültürel etkileÅŸimin gerçekleÅŸtiÄŸi bir olgu olarak okumakta fayda var. Zira Roland Robertson, Mike Featherstone gibi isimler küreselleÅŸme olgusunun “kültürel melezleÅŸme” hatta yerel ile küresel olanın etkileÅŸimini ortaya koyan küyerelleÅŸme (glocalization) kavramı ile açıklamayı yeÄŸlerler. Bu açıdan Ä°stanbul’u Türkiye’deki diÄŸer kentlerden baÅŸka bir yere koyarak tarihin pek çok farklı döneminde göç dalgalarıyla “kenar etkisi”nin vücut bulmuÅŸ mekânı olarak tanımlayıp, sosyolojinin kavramsallaÅŸtırması ile “küresel” ama aynı zamanda “küyerel” etkileÅŸimi haiz bir kent olarak nitelendirmek gerekiyor. Ä°stanbul’un mutfak kültürü bu anlamda küreselleÅŸmenin Batıdan ve DoÄŸudan etkileÅŸimlerine apaçık ancak yerel köklerinden güç alan ve kendi sentezini oluÅŸturabilen bir güce sahip olduÄŸunu teslim etmek lazım.  

 

Ä°stanbul her dönem göç almış bir kent olarak göç mutfağının izlerini hep taşıyan, kültürlerin kesiÅŸtiÄŸi, birbirinden öÄŸrendiÄŸi, alışveriÅŸe girdiÄŸi bir kent olagelmiÅŸtir. Ancak Ä°stanbul 1980 sonrası küresel bir kent olarak biçimlenirken, çevre ekonomiler içerisinde beliren bir kent olarak rol biçilirken küresel yemek kültürünün izlerini taşıyan Çin, Japon, Tai, Kore, Ä°talyan, Fransız, OrtadoÄŸu mutfakları ve daha fazlasıyla tanışmaya baÅŸlıyor. Günümüzde uluslararası mutfakların çok farklı örneklerini görebildiÄŸimiz Ä°stanbul’un küresel bir kent olmadan çok ama çok önce bir Çin Lokantası’na ev sahipliÄŸi yaptığını çok az kiÅŸi biliyor. Ben de tesadüfen, üstelik Ä°stanbul’da deÄŸil Toronto’da bir belgesel yönetmeni ile tanıştığımda Ä°stanbul’daki en eski Çin Lokantası’nın çok farklı bir hikayesi olduÄŸunu öÄŸrendim. Cheuk Kwan’ın Arjantin’den Küba’ya, Kanada’ya, Hindistan’dan Ä°srail’e, Madakaskar’dan Morityus’a, Norveç’ten Peru’ya, Güney Afrika’dan Trinidad Tobago’ya dünyadaki Çin Lokantaları’nın öyküsüne odaklandığı Chinese Restaurants (Çin Restoranları) belgesel dizisinde Türkiye’de de Ä°stanbul’daki Çin Lokantası’nın eÅŸi benzeri çok az bir göç yolculuÄŸu sonrasında ve bir dizi tesadüfler sonucu açıldığını, tam da ‘kenar etkisi’, ‘kenarın öyküsü’ olarak nitelenebilecek trajik bir geçmiÅŸe sahip olduÄŸunu öÄŸrendim. Çok sonra, 1999 yılında, belgeselle ilgili Hürriyet gazetesinde uzunca bir haber yapıldığını görünce henüz lokantanın kapanmadığını anladım. Ancak trajik hikâyenin sonu günümüzde bu ilk Çin Lokantası’nın kapanmasıyla sonuçlanıyor.  

 

Yönetmen Cheuk Kwan ile tanışmam, doktora sonrası araÅŸtırma için bulunduÄŸum Toronto’da gıda, yemek çalışmaları alanındaki çalışmalarıyla bilinen danışmanım sevgili Mustafa Koç sayesinde oldu. Toplantı sırasında bizimle birlikte olan Polonya kökenli bir baÅŸka araÅŸtırmacı merakla, Polonya’da da Çin lokantaları olduÄŸunu neden seride kendi ülkesinden bir örnek olmadığını sorunca Kwan “Polonya’daki Çin lokantalarının geçmiÅŸi ve hikayesi Ä°stanbul’daki kadar ilgi çekici ve belgesel yapmaya deÄŸer deÄŸildi!” cevabını vermiÅŸti. Henüz kenardaki bu öykünün detaylarını bilmeden içten içe, nedense Ä°stanbul’daki Çin Lokantası ile gurur duymuÅŸtum.  

 

Türkiye’deki Çin lokantalarına dair ikinci ÅŸaÅŸkınlığım ise 2017 yılında Toronto’dan dönüÅŸte bir konuÅŸma için davet edildiÄŸim Isparta’dan meslektaşımın Burdur’a Çin Lokantası’na yemeÄŸe gitme davetiyle gerçekleÅŸti. Bana Burdur’da Çin lokantası olduÄŸunu söyleyince “Gerçek Çin Lokantası mı?” sorusu kendiliÄŸinden aÄŸzımdan çıkıverdi. Zira Burdur’la uluslararası mutfak arasındaki iliÅŸkiyi zihnimde kuramamıştım. Burdur sonuç itibariyle “kenar”da kalmış, küreselleÅŸmenin yemek kültürü adına en az paya sahip olabileceÄŸini düÅŸündüÄŸüm “kenar kenti” idi. Oysa kenar etkisi dediÄŸimiz ÅŸey tam da çeÅŸitliliÄŸin ve zenginliÄŸin kenarda, bazen yanı başımızda olduÄŸunu ortaya koyan ÅŸey deÄŸil mi? Öte yandan küreselleÅŸmenin yemek kültürü bakımından etkisini en az hissedeceÄŸimi düÅŸündüÄŸüm Burdur’da küreselleÅŸmenin yıkıcı ekonomik etkisine dair öÄŸrendiÄŸim ÅŸey, Burdur’da iÅŸletilen taÅŸ ve maden ocaklarında beÅŸ bine yakın Çinlinin çalışıyor olduÄŸu idi. Burada çalışanların çoÄŸunlukla yediÄŸi ama yerelden insanların da keÅŸfettiÄŸi bir lokanta olarak bu Burdur Çin Lokantası bir yemek sosyoloÄŸu olarak fazlasıyla sosyolojik malzeme içeriyordu. TaÅŸ ve maden ocaklarından çıkarılanlar neredeyse hiç iÅŸlenmeden Mersin Limanı’ndan doÄŸruca gemilere yükleniyordu.  

 

Asıl bu yazının konusu Taksim, Lamartin Caddesi 17 numaradaki The China Restaurant’a geri dönecek olursak 1949 Mao Devrimi sonrası bir sürgün öyküsüne kadar geri gitmek gerekiyor. Wang Zhensan komünist devrim öncesi milliyetçi cephede yer alan, bürokrasi içinde önemli bir konumu olan biriyken kalabalık olan ailesiyle birlikte devrimden ve ülkeden kaçmak zorunda kalıyor. Lokantanın kurucusu Wang Zhensan nam-ı diÄŸer Celaleddin Wang ya da Zeki Velidi Togan’ın aracılığıyla Ä°stanbul Üniversitesi’nde Sinoloji Bölümü’nü kurduÄŸu adıyla Celâleddîn Wang-Zin-Shan. Wang, Ä°stanbul’a ailesiyle birlikte zorlu bir göç yolculuÄŸuyla ulaşıyor. OÄŸul Ä°sa Wang’ın anlatımıyla DoÄŸu Türkistan’dan baÅŸlayan 200 kiÅŸilik göç kafilesi, Himalayalar’ı eÅŸek ve deve sırtında aÅŸarak Pakistan’a taşınır. Pakistan’da mülteci kampında geçen altı yılın ardından 1955 yılında Pakistan komünist Çin’i tanıdıktan sonra yeni bir göç yolculuÄŸu baÅŸlar. Wang ailesi Çin Müslümanlarından. Wang, Ä°stanbul Üniversitesi’ndeki iÅŸinden kazandığı parayla 8 kiÅŸilik ailesini geçindiremediÄŸi için ek iÅŸ olarak Fatima Wang’ın onayını da alarak Çin Lokantası açıyor. Lokantanın ilk zamanlarından bu yana kasiyer, garson ve mutfak sorumlusu olarak çalışan Yakar Çakar ile baÅŸlayan macera 1961 yılında Wang’ın ders sırasında kalp krizi geçirip hayatını kaybetmesiyle son buluyor. Ancak Fatima Wang yetim kalan çocuklarına bakabilmek için restoranı iÅŸletmeye devam ediyor. Wang Zhensan 1958 yılında yazdığı “Çin’de Ä°slamiyet” baÅŸlıklı makalesinde Çin Müslümanlarının dağınık olması nedeniyle yaÅŸayışları ve adetleri itibariyle ÇinlileÅŸmiÅŸ olduklarını ancak yemek alışkanlıklarında farklılıkların göz çarptığına deÄŸiniyor:  

 

“… Çin Müslümanları yemeklerine çok önem verirler. Domuz eti yemezler, aynı zamanda gayri müslim bir ev ve lokantada yemek yemezler. Bazı dindar kimseler, gayri müslim olan birinin kullandığı fincandan dahi çay içmez, evde misafir için kullanacakları eÅŸyayı ayrı tutarlar; bunları kendileri kullanmazlar. Seyahate çıktıkları zaman yolda yiyeceklerini yanlarına alırlar, bu yemekler biterse Müslümanların bulunmadığı yerlerde yalnız ekmek ve su ile iktifa ederler. Gayri müslimlerin yemeklerine dokunmazlar…” (Wang-Zin-Shan, 1958: 162).  

 

Belgeselde (2005) Fatima Wang da Türklerin Ä°slamiyet’e yeterince baÄŸlı olmadıklarını, domuz eti sattıklarını, domuz eti yemek istediklerini, bazen yanlarında servis etmek ve piÅŸirmek için getirdiklerini ama hiç domuz etini yemeklerinde kullanmadıklarını anlatır. Ancak bu ince eleÅŸtirisine karşın Türkiye’yi bir “ev” olarak tanımlar Fatima Wang.  Lokantanın has adamı Yakar Çakar 2005’e kadar 14 milyon müÅŸteri ağırladıklarını, aralarında o zamanlar kovboy filmleri çeken (henüz baÅŸkan olmamışken) Ronald Reagan’ın, Anthony Quinn, Yul Bryner, Elia Kazan, Tony Curtis, Louis Armstrong gibi pek çok ünlü ismin Ä°stanbul’un bir zamanlar tek ve ünlü Çin Lokantası’nda yemek yediklerini büyük bir heyecanla anlatır.  

 

Fatima Wang, 8 çocuÄŸunu Ä°stanbul’daki yabancı dil öÄŸrenimi okullarda okutmuÅŸ olduÄŸunu, Ä°sa, Feride, Kurban Wang’ın Ä°stanbul’da yaÅŸamaya devam ederken diÄŸer çocuklarının Meksika, Malezya gibi dünyanın farklı ülkelerinde yaÅŸamaya devam ettiklerini öÄŸreniyoruz. Fatima Wang’ın 22 torunu bulunuyor. Ä°sa ve Kurban Wang farklı zamanlarda Ankara’da, Ä°stanbul’da ve Marmaris’te Çin Lokantaları açmış ve kapatmış olsa da, Ä°stanbul’daki ilk Çin Lokantası 50 yılı aÅŸkın bir süre Çin mutfağını ve yemek kültürünü yaÅŸatabilme baÅŸarısını göstermiÅŸ. Fatima Wang’ın yaÅŸlanması, kızlarının belgeselde bu iÅŸi devam ettirmek konusunda isteksiz oluÅŸları kaçınılmaz son olan lokantanın kapanmasını zorunlu kılmış görünüyor. Ancak uzunca bir zaman diasporada yaÅŸayan çocuklarının da geldiÄŸinde aile sofrasının kurulduÄŸu, tüm ailenin birleÅŸtiÄŸi ve bir arada olduÄŸu lokantanın Ä°stanbul mutfak kültüründe apayrı bir yeri olduÄŸu muhakkak.  

 

KaraosmanoÄŸlu’na göre (2017: 48) “insan bir yerden bir yere giderken, sadece vardığı yeri deÄŸil, tekrar geri döneceÄŸi veya dönmeyi düÅŸündüÄŸü yeri de deÄŸiÅŸtirir; yemeÄŸin ve kültürün aslında ne kadar akışkan, geçiÅŸken ve deÄŸiÅŸken olduÄŸunu” iyi düÅŸünmemiz gerekiyor. Ä°stanbul’un ilk Çin Lokantası’nın öyküsü ÅŸimdiden geçmiÅŸe baktığımızda bir kenar hikayesinden daha fazla kenar etkisinin mutfak kültürü özelinde zenginleÅŸtirici, dönüÅŸtürücü gücünü gösterirken, aynı zamanda KaraosmanoÄŸlu’nun vurguladığı akışkan, geçiÅŸken ve deÄŸiÅŸken olma özelliklerini fazlasıyla yansıtıyor. Bugün Ä°stanbul’da deneyimlenen göç dalgalarının iÅŸte bu akışkanlığını, geçiÅŸkenliÄŸini, deÄŸiÅŸkenliÄŸini, göç edenlerin vardığı yeri deÄŸiÅŸtirme gücünü bir kazanım olarak, kenarın etkisi olarak okumak mümkün olabilir? Neden olmasın?  

KAYNAKÇA

 

- KaraosmanoÄŸlu, Defne (2017) Yemekle Devriâlem: KüreselleÅŸme, Kimlik, Teknoloji, Ä°stanbul: Kitap Yayınevi.  

- Kwan, Cheuk (2005) Turkey, in Chinese Restaurants, Documentary Series, Tissa Films. (www.chineserestaurants.tv)  

- Wang-Zin-Shan, Celâleddîn (1958) Çinde Ä°slamiyet, Ä°stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ä°slâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt II: 2-4: 157-188. -- Warde, Alan (2016) The Practice of Eating, Cambridge: Polity.  

- Hürriyet Gazetesi, Ä°stanbul Eki, 25 Ekim 1999, http://openaccess.marmara.edu.tr/bitstream/handle/11424/154761/001502840006.pdf?sequence=2  

‘Ah Asuman!’
Ä°çin Bir Der-Kenar: Tekinsizi EvcilleÅŸtiren, Dârulmiheni Katlanılır Kılan Hikayeler  

- AYÅžE DEVRÄ°M BAÅžTERZÄ° -

Freud ‘tekinsiz’ kavramının ruhsallığını tanımlamaya etimolojisine bakarak baÅŸlar: Almanca tekinsiz (unheimlich) kelimesi evcil ya da yerli olan anlamına gelen ‘heimlich’ in karşıtıdır, yeni ve aÅŸina olunmayan ÅŸeyler tekinsizdir. Merkezin aÅŸinalığına karşın, kenar içinde hep tekinsiz bir ÅŸeyler barındırır. Freud açıklamaya devam eder; Almancada evcil hayvanlar ya da eve ait olan her ÅŸey gibi ev ahalisi de ‘heimlich’ olarak tanımlanır; candan, dostça, rahat… Yeni ve bildik olmayan her ÅŸey korkutucu deÄŸildir elbette, tekinsiz kılan ÅŸeyin yabancılık duygusu olduÄŸunu söyler Freud. Heimlich’in ikinci anlamı ise gizli, baÅŸkalarının bilmemesi için gözden kaçırılan, saklanandır. Böylece tekin (heimlich); bir yandan tanıdık ve benimsenir iken öte taraftan gizli ve gözden uzak tutulan anlamlarını taşır. Unheimlich söylendiÄŸi gibi sadece ilk anlamının karşıtı mıdır acaba?

 

Ah Asuman*’**, genç bir adamı arkasından izlememizle baÅŸlar, geniÅŸ bir kapıdan çıkar, caddenin karşı tarafında heimlich bir kucaklaÅŸma ile, sonra o genç adam ve belki de babası Ahmet’e yönelir ve el sıkışırlar… Türkiye’nin kara kenarlarından büyükçe bir kısmının sakinleri, geniÅŸ kanatları boÅŸlukta simsiyah açılan o kapılara, o kapılardan çıkan kızlı oÄŸlanlı çocuklara aÅŸinadırlar, tanırlar bilirler ama her bilinen ÅŸey de heimlich midir Allah aÅŸkına? Sonra Ahmet uykunun kara yerinden gözlerini dünyaya açar, göÄŸsünün orta yerinde sıkışan nefesini sıkıntıyla salar, gecedir, karanlıktır, yabancı bir yerdedir; bir otobüs… O uyur uyanık haldeyken otobüs bilindik hızında gitmemektedir, aÅŸina olunan motor sesleri yerine inceden bir gıcırtı, sinir bozucu bir ÅŸekilde tekrarlayıp durur arka planda: vu vaaaii viii, vu vaaa viii, vguu vgaaa vgiii… Nuh nebiden kalma sarı bir vosvos yavaÅŸça ve hızla geçer otobüsün yanından. Kahramanımız saatine bakar, otobüstekiler ya uyumakta ya da bir ÅŸey yokmuÅŸ gibi kitap sayfalarını çevirmektedirler. Bir tuhaflık olduÄŸunu düÅŸünen tek kiÅŸi kendisi mi acaba? Herkes uyurken uyanmanın, herkes düzenin içindeyken dışarıda olmanın, merkezde deÄŸil de geçiÅŸ alanlarında yer almanın bilimkurgu filmlerinden aÅŸinası olduÄŸumuz bir tekinsizliÄŸi vardır. Acar bir ÅŸekilde sıçrar koltuÄŸundan, koridora yayılmış bilekten bantlı kırmızı topuklu bir ayakkabının içindeki ayağın üzerinden atlar ve seslenir ÅŸoföre ‘Hayırdır kaptan, bir sorun mu var?'

 

BildiÄŸim hemen tüm otogarlar kentlerin merkezinden kenarına doÄŸru yer deÄŸiÅŸtirdi son otuz yılda, belki de hep kenardaydılar da merkez, tüm ceberrutluÄŸuyla kimi zaman mutenalaÅŸtırarak kimi zaman yakıp yıkarak kenarı yuttukça, merkeziyetten kaçma hali içinde yer deÄŸiÅŸtirip duruyor otogarlar. Otogar bir karşılaÅŸma mekânı kırk çeÅŸit insanla. Hele de o büyük ÅŸehir otogarları… KarmaÅŸanın, yabancılığın içinden geçip kendi gideceÄŸi kentin peronuna ulaÅŸsa bile pek de kolay geçmez insanın içinden tekinsizliÄŸin uÄŸultusu… Kim oturacaktır yanımıza, çok mu konuÅŸacaktır, sohbet koyulaÅŸacak mıdır, selam bile verilmeden mi bitecektir yolculuk sorusu ile yerleÅŸilir ne kadar temizlense de ağır insan kokusunun derinden derine sindiÄŸi koltuÄŸa huzursuzlukla… Memleketin bir kenarından bir kenarına yol alan otobüslerde nedense her daim tadı acı olan poÅŸet çayların, katran karası kahvelerin ikramının ardından vakit geceyse, yan yana oturan kadınlarla erkeklerin evli olduklarına emin olunduktan sonra, uykusu gelen çocuklar yavaÅŸça koridorlara yatırılır, ÅŸiÅŸen ayaklar usulca çıkarılır ayakkabılardan - ne de olsa o karanlıkta o ÅŸehre yol alanların çoÄŸu memleketlilerdir, bir saatte zamanı aşıp götürecek uçaÄŸa verecek paraları da yoktur belli ki, benzer mahalleler gibi benzer yokluÄŸu da, yokluÄŸun yoksulluÄŸun insanın ayağını bir türlü rahat ettirmeyen ayakkabılarına da, o ayakkabılardan çıkan kokuya da aÅŸinadırlar -  sessizliÄŸe ve uykuya dalar otobüsün geçici sakinleri…

 

Gecenin bir vakti uykudan uyandıranın ne olduÄŸunu pek bilemediÄŸi bir anda yineleyen benzer seslerden oluÅŸan ince gıcırtılar içindeki otobüste gözünü dünyaya açtığında ihtimal ki koyu bir tekinsizlik hissi peydah olur Ahmet’in içinde. Freud da aynı ÅŸeyin yinelemesinin bazı kiÅŸiler için tekinsizlik duygusunun kaynağı olabileceÄŸini söyler. Kahramanımız iç dünyasına sığmayan nefesini dışarıya salıverip yolunda gitmeyen bir ÅŸeylerin olup olmadığını anlamaya çalışırken, ÅŸoför kırk yılın tecrübesiyle anlar halinden bu huzursuz halin: ‘… bir sorun var mı?’ sorusunu ‘Yoo, niye, ne oldu ki?’ ile geçiÅŸtirir ve bir lise müdürü edası ile seslenir: ‘Otur ÅŸöyle!’.  Eline tutuÅŸturulan bir kahve ile bastırıp oturur Ahmet, Kaptan Fahri’nin muavin koltuÄŸuna. Öndeki kamyonun üstünde resmi olan sarışın baygın bakışlı çiçekler içindeki iç gıcıklayıcı kadınla, Asuman’la öyküsünü anlatır filmin kalanında Kaptan Fahri ÅŸaÅŸkın, çiçeÄŸi burnunda Avukat Ahmet’e. Asuman’dan Vesikalı Yarim’in güzelim Sabiha’sına, Aksaray pavyonlarından Tepebaşı’nın Casablanca’sına doÄŸru yol alır zihnimiz.

 

Öykü boyunca aÅŸina olunanla tekinsiz olan arasında gelir gider hikaye: Tüm kamyonların arkasında bir kadın fotoÄŸrafı vardır ama hepsi Asuman deÄŸildir, Ahmet’in az önce üstünden atladığı gibi bilekten baÄŸlı topuklu ayakkabıiiilar çıkmamıştır Fahri’nin aklından, gelip geçen sarı vosvos kimbilir belki de Asuman’ınkidir… AÅŸk hastalığının bilindik ‘semptomlarını’ anlatmaya giriÅŸir kaptanımız; elleri kor parçası gibi yakar içini, uçarak gider gelir Diyarbakır’dan Ä°stanbul’a, anlatılmaya layık her aÅŸk gibi sonunda uçar gider kelebek.. Acar avukatımızın tekinsiz hisleri öyküyü dinledikçe eriyip dağılır, otobüsün kamyonun peÅŸine takılması Fahri’nin Asuman’a olan ‘orijinal fotoÄŸrafı elinde tutan’ aÅŸkına baÄŸlanır.

 

Fahri’nin aÅŸkını anlatırken gözlerini kapamasını, yolla ilgilenmemesini acar avukatımız ‘tehlikeli’ bulur sonra. Tehlike tekinsizden farklıdır, nedeni çok zaman bellidir tehlikeli olanın. Tehlikeli olan insanı korkutsa da tekinsiz olan dehÅŸetengiz, isimsiz bir sıkıntı musallat eder insanın içine. Cinler, periler, hayaletler tekinsizdir ancak silahlı kuvvetler tehlikelidir günün sonunda… Fahri’ye bulaşınca Fahri de rahat durmaz ve Birhan Keskin’in deyiÅŸiyle dürter beyaz gömlek içindeki narını Ahmet’in: ‘Ölümün bin çeÅŸit hali var: Ä°nÅŸaattan düÅŸersin, tekne devrilir çoluk çocuk boÄŸulur ölürsün, koÅŸarlar arkandan vururlar, açlıktan ölürsün…’ Bir kenardan bir kenara yol alırken, ölümün bile aÅŸina halleri vardır: bu yazıyı okuyanların pek çoÄŸu ne inÅŸaattan düÅŸecek ne devrilen bir botta can verecek, ne arkasından vurulacak ve dünya nasıl döner bilinmez ama büyük olasılıkla açlıktan da ölmeyecek. Ancak Diyarbakır’a giden bir otobüste bu ölümlerin kanıksanmışlığına ve belki de dünyanın çürümüÅŸlüÄŸüne tanıklık ediyoruz.  DemirtaÅŸ’ın öyküsündeki* ‘Yanarak, düÅŸerek, boÄŸularak, sürünerek, öylesine, kahramanca ya da sürünerek ölmek. Bunların hepsi yaÅŸamanın çeÅŸitleridir aynı zamanda, tuhaf deÄŸil mi?’ cümlesini Gaye BoralıoÄŸlu ve Ümit Kıvanç bu zamanda tam da bu coÄŸrafyada ete kemiÄŸe büründürüyorlar kendisi kısa, içimize temas alanı uzun olan filmimizin senaryosunda...

 

Öykünün sonunda Fahri ‘MaÅŸallah, cin gibisin’ dedikten sonra lafı yapıştırır Ankara Hukuk’u taze bitirmiÅŸ avukata; ‘Artık kime avukatlık edeceksen Allah yardımcısı olsun!’ Filmi izlememiÅŸ olanlar buraya kadar izlemiÅŸlerdir Ümit Kıvanç’ın Vimeo hesabından diye umut ediyorum**. ‘Gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir alışkanlığı vardır’ cümlesini sıkça anar Türk Tabipleri BirliÄŸi baÅŸkanımız adli tıp uzmanı Åžebnem Korur FincancıoÄŸlu. Otobüs bozulmuÅŸtur, yakındaki benzinciye çekmektedir ‘yengemiz’ Asuman’ın resmiyle bezeli kamyon otobüsümüzü. Asuman diye bir kadın var mıdır? Fahri ona âşık olmuÅŸ mudur gerçekten? Tüm bunlar bir hikâye midir?  Uykunun tam ortasından geceye doÄŸru uçar kelebek…

 

Bitmek tükenmek bilmeyen yollara, hayatın acılarına, dertlerine, kederlerine dayanmamızı ne saÄŸlar? Dünyanın acısına sancısına nasıl katlanır insan? Cioran, Çürümenin Kitabı’nda Weltschmerz’e deÄŸinirken ‘Tarihin ağırlığını, oluÅŸun yükünü ve miadı dolmuÅŸ ya da muhtemel olayların külliyatını ve boÅŸunalığını göz önünde bulundurduÄŸu zaman bilincin karşısında boyun eÄŸdiÄŸi o bezginliÄŸi hissetmek’ten söz eder… Tanpınar, Mahur Beste’nin kahramanı Behçet Bey ile dilimize çevirir dünyanın sızısını, aÄŸrısını, sancısını anlatan kelime olan Weltschmerz’i :‘Ä°nsan ömrü zavallı, çok zavallı bir ÅŸeydi. Darülmihen...’*** Dâr, Osmanlıca ev demektir, mihen ise eziyet: dünyanın eziyeti... Tekinsiz olan bir yanda dursun tekin (heimlich) olanın bile derdi sızısı bitmez bu dünyada.

 

Freud’dan bu yana psikanaliz insanların iç dünyaları ile dış dünya arasındaki kenara, köprüye yerleÅŸir, gelenleri geçenleri izleyip durur. Bebeklerin dünyanın aÄŸrısına sancısına nasıl katlandıklarının, nasıl insan haline geldiklerinin öyküsü ile ilgilenir bugünleri anlamak için. Nasıl olur da katlanır insan kenarda yaÅŸamanın sancısına, ölümlere, kayıplara, yokluklara? Wilfred  R. Bion, 1. Dünya Savaşı sırasında tank subayı olarak savaÅŸmış bir Ä°ngiliz askeri ve psikanalisttir. SavaÅŸ sırasında yanında ölmek üzere olan askerlerin yaralandıktan sonra ‘anne’ diye attıkları çığlıklar zihnine kazınır ve o dehÅŸet anında annenin ne iÅŸe yaradığını düÅŸünmeye baÅŸlar. Bion’a göre bebekler memeden süt kadar sevgi, anlayış ve teselli de alırlar. BebeÄŸin vücudundaki bir duygusal deneyimle baÄŸlantılı ham duyu izlenimlerini yani görsel imgeleri, iÅŸitsel-koku örüntülerini, bedenden gelen sinyalleri ‘beta unsurlar’ olarak tanımlar ve insanın hayatı anlamlandırmasını saÄŸlayan temel iÅŸlevin, alfa iÅŸlevinin amacının bu beta unsurları -yani dış dünyanın iç dünyamızda yol açtığı titreÅŸimleri- anlamlandırmak olduÄŸunu ve alfa iÅŸlevi sonunda duyusal uyarımların alfa unsurlara çevrildiÄŸini, yani düÅŸünülebilir anlaşılabilir hale dönüÅŸtüÄŸünü ileri sürer. Rüya da bir anlamlandırma sürecidir Bion’a göre. Duygusal yaÅŸantıları isimlendirerek anlamlandırmak annenin baÅŸlangıçtaki temel iÅŸlevidir.  Anne bebeÄŸin karşısında dehÅŸete düÅŸtüÄŸü dünyanın sızısını, dehÅŸetini alarak, Bion’un deyiÅŸiyle kapsayarak Cem KaptanoÄŸlu’nun deyiÅŸiyle ‘sindirilebilir, yenilir yutulur parçalara bölerek bebeÄŸe geri verir’ ve bebeÄŸin bu darülmihen altında ezilmesini önler. Annenin dilsiz bebeÄŸin dilinden anlaması, bebeÄŸin sıkıntısını anlamlandırması için annenin bir tahayyül gücüne yani alfa iÅŸlevine sahip olması gerekir. BebeÄŸin halinden anlayan anne, onun bedensel gerilimini hem kendisi ayırt eder hem de bebeÄŸe sunar huzursuzluÄŸu giderecek formülü: ‘Acıkmış mı benim oÄŸlum, altı mı kirlenmiÅŸ güzel kızımın?’. Annenin elinde bu duyusal gerilimin boÅŸalmasına yardımcı olacak maddeler varsa huzursuzluÄŸu dindirmek kolaydır, acıkan bebeÄŸine süt veren anne acıkan bebeÄŸi yatıştırır ancak ya acıkan mideyi dolduracak süt yoksa elinde? AÅŸ yerine ‘taÅŸ kaynatan’ anneler nasıl dindirirler çocuklarının sıkıntılarını? Çoklukla hayaller kurdurarak, tencerede kaynayanın ne olduÄŸuna dair teferruatlı hikayeler anlatılabilir çocuÄŸa, akÅŸam eve gidince ne yemekler yenileceÄŸini, anneannesinin onun için ne yemekler hazırladığını anlatır da anlatır bazen anneler… Dünyanın acısının sızısının eziyetinin oluÅŸturduÄŸu huzursuzluÄŸu düÅŸlemlerle kat ederler ve kelimelerle meydan okurlar yokluÄŸa, yoksulluÄŸa…

 

Dünyanın kenarları tam da böyle hayalleme mekanlarıdır. Merkezden uzaklaÅŸtıkça havalar soÄŸur, eller ayaklar üÅŸür, karınlar doymaz olur, güvende hissetmek zorlaşır. Kenarda var olabilmek için üÅŸüyen, acıkan ruhlara ilaç olacak hikayelere, hayallere, hayallerin ham maddesi olan müziÄŸe**** ihtiyaç çoÄŸalır. Sinemada anlatılan sıklıkla kenarın öyküsüdür; göçmenler, kadınlar, olmayacak aÅŸklar, yaÅŸamın kenarları olan çocukluk ve yaÅŸlılık dönemleri. Kitaplar kenarı yazar: zamanın kenarındaki bilim kurgu düÅŸlemlerinden, merkezden, alışıldık olandan uzak yüzlerce öykü… Ä°nsanlar çekilmez olanı katlanılır kılmak için masallar, destanlar, öyküler anlatır birbirlerine. Masallarla, hikayelerle insanlar birbirlerine sığına sığına, dokuna dokuna yan yana dururlar dârulmihene karşı… Ahmet Arif dile döker düÅŸlemenin dünyaya nasıl bir dayanma yolu olduÄŸunu;

 

‘Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip...

Nerede olursan ol,

Ä°çerde, dışarda, derste, sırada,

Yürü üstüne - üstüne,

Tükür yüzüne celladın,

Fırsatçının, fesatçının, hayının...

Dayan kitap ile

Dayan iÅŸ ile.

Tırnak ile, diş ile,

Umut ile, sevda ile, düÅŸ ile’

 

Ah Asuman’da da Kaptan Fahri, gecenin orta yerinde bir kamyonun peÅŸinde dayanılmayacak kadar yavaÅŸ giden bir otobüste olduÄŸunu anlayan Ahmet’in derdini yatıştırmak için ona saran, sarmalayan bir hikâye ikram eder. AÅŸina olunan o hikâye öyle canlı, kanlı anlatılır ve anlaşılır ki belki aklımıza her hikâye yazarının hayali de olsa ihtiyaç duyduÄŸu okurlar gelir; Fahri ÅŸiir gibi anlatmaktadır, Ahmet de ÅŸiir gibi dinlemektedir hikâyeyi. Yemek ısınırken anneler anlatır ‘burada bir çukurcuk varmış, ortasında bir kuÅŸcuk varmış, bu tutmuÅŸ, bu temizlemiÅŸ, …’ derken sıra küçük parmaÄŸa gelince ‘hani bana, hani bana’ nidası çocukla birlikte atılan bir kahkahaya dönüÅŸür. Kenarda aşıklar, ozanlar, yazarlar, çizerler, yönetmenlerden oluÅŸan hikâye anlatıcıları kadar Ahmet gibi hikâye dinleyicileri de vardır.  Her bir hikâye dinleyicisi bu dârulmihene hikayeler dinleyerek direnir, bir de bakar kendi anlatmaya baÅŸlamış hikâyeyi…

* Selahattin Demirtaş (2017) Seher. İletişim Yayınları

** Ümit Kıvanç Ah Asuman! (2019) Senaryo: Gaye BoralıoÄŸlu-Ümit Kıvanç, Oyuncular :Settar TanrıöÄŸen ve Halil Babür (kan vermiÅŸler, can vermiÅŸler..) https://vimeo.com/266200650

*** EkÅŸi Sözlük’te Andromakhos mahlasını kullanan sözlük yazarı Weltschmerzle Darülmihen’i birleÅŸtiriyor, zihnimi açtı, saÄŸ olsun, var olsun. ****Un Coueur En Hiver filminden bir replik. 93.

AyÅŸe Devrim BaÅŸterzi
Meral Camcı

Çeviride Kenar Etkisi ya da Kenardan Uç
Veren Çeviri

- MERAL CAMCI -

Ya da 

Ya da ile zıtları, benzerleri, simetrileri ve asimetrileri birbirine baÄŸlamayı çok seviyorum.

Bu arada “ya da” baÄŸlacını tek başına da sevmediÄŸim sanılmasın.

Denebilir ki, hatta denir ki, “baÄŸlaç tek başına bir ÅŸey ifade etmez”.

Eder, eder… Tek başına da seviyorum kendisini. ÇaÄŸrıştırdığı sonsuzlukla.

Ya da…

​

Çeviri

Çeviriyi de öyle. Ya da’larıyla, imkânlarıyla, olanaklarıyla, olasılıklarıyla, kayıpla olduÄŸu kadar kazandırdığıyla. Kenarların birbirine teÄŸet geçtiÄŸi ya da deÄŸdiÄŸi ya da üst üste bindiÄŸi ya da çapraz giriÅŸtiÄŸi çeviriyi tutkulu bir aÅŸkla seviyorum.

 

Çeviri ve dolayısıyla çeviri iÅŸinin faili olan çevirmen için ne çok metafor kullanılmış. Åžimdi burada onları tek tek ve kronolojik sırada saymayacağım ama en bilinenlerinden bir kaçını zikretmek kenara doÄŸru yolumuzu açabilir. Kopya (çevirmen kopyacı), sadakatsiz ve güzel ya da sadık ve çirkin (kadın) çeviri (çevirmenler, hainler), çıkış ve varış noktası olan yolculuk (çevirmen seyyah), diller ve kültürlerarası köprü (çevirmen ulak, haberci, uzlaÅŸtırıcı), bir nehrin bir kıyısından diÄŸerine varan kayık (çevirmen kayıkçı), nakil, aktarım (çevirmen ÅŸeffaf aracı), yeniden yazım (çevirmen yarı-yazar), yapısöküm ve yeniden inÅŸa (çevirmen yazar) dünyaya açılan kapı, pencere (çevirmen kapıyı tutan, gözetçi), kaynak metni yiyip, sindirip, kusan çeviri (çevirmen yamyam), sahneye koymak, sahnelemek (çevirmen rejisör, oyuncu), insanlar arası her tür iletiÅŸim (çevirmen herkes), göçmen ebeveyne devlet dairesi ya da saÄŸlık kurumunda verilen çeviri hizmeti (ikinci kuÅŸak, doÄŸal/doÄŸuÅŸtan çevirmenler çocuklar), yabancılaÅŸtırıcı (yazarı erek okura taşıyan çevirmen), yerelleÅŸtirici (uyarlayan çevirmen) ilk elden aklıma gelenler.

 

Åžimdi çeviride kenar etkisi üzerine düÅŸünürken bunlara eklemek istediÄŸim bir kaç tane daha var. Kenar çizgisinin iki ucunu, içeriyi, dışarıyı, ben ve ötekini, biz ve onları, yerli ve yabancıyı ve ast ve üstü birleÅŸtiren, buluÅŸturan, dönüÅŸtüren ve bir anlamda nötrleÅŸtiren çeviri ve iki kenarı birleÅŸtiren birbirine teÄŸelleyen, diken, dokuyan çevirmen.

 

In-Between/Arada

En dar tanımıyla çevirinin söz konusu edilebilmesi için en az iki metin (yazılı, görsel, iÅŸitsel) söz konusu olmalıdır. Ve en az iki dil, en az iki kültür, aynı dil içinde ise en az iki uzam (zaman ve mekân deÄŸiÅŸtikçe farklılaÅŸan en az iki var oluÅŸ/dilin evreleri gibi), en az iki göstergeler dizgesi… Ä°ÅŸte çeviri bu ikililer arasında bir yerde gerçekleÅŸir ve sözkonusu ikilinin hem her ikisine de aittir hem hiçbirine. Bir bütünü ikiye böldüÄŸünüzde ya da iki ayrı bütünü yanyana getirdiÄŸinizde arada kalan, arada olan, arasında, arası, arada derede, arada bir yerde… Hepsi ama bir de “ayraç” ekleyelim mi yanlarına, hem parantez hem arasına girdiÄŸi iki sayfanın her ikisine de deÄŸen bir “ay(ı)raç” anlamında. Hem ayrıştıran hem bir bakıma birleÅŸtiren birer araç olarak.

 

Çeviriyi bu türden bir metaforla düÅŸünmeyi de seviyorum. Çevirirken bunu iliÄŸimde hissediyorum. Arada olmak, arada bir yerde salınmak, arada dikilip durmaktan ziyade bir o uca bir bu uca mekik dokumak. Her iki kenardan uç uca ekleyerek iki kenarı birbirine dokumak. Ä°nsanları dil ve sözcüklerden daha fazla sınırlayan bir ÅŸey yoktur/ Birini ya "sevebilirsin" ya da "aşık olabilirsin"/ Sanki arada bir duygu yokmuÅŸ gibi/ Seni sevmekle sana aşık olmak arasında bir yerdeyim. @Jeroen, www.kartoen.be

 

Metin de bir tür dokuma deÄŸil mi? Kaynak metin belli bir zamanda ve mekânda, belli bir dilde ve metin türü ve anlatı geleneÄŸinin ürünü olarak dokunmuÅŸtu. Åžimdi onu alıyorum, baÅŸka bir zaman ve mekânda, baÅŸka bir dil ve kültür dizgesinde, hatta bazen farklı bir metin türünde ve anlatı geleneÄŸinde, erekte yeniden dokuyorum. Uçları birleÅŸiyor ama… çünkü bu ikili hem birbirinden apayrı iki metin (kitap formunda basılı olarak uzay boÅŸluÄŸunda gözle görülür, elle tutulur iki ayrı hacim kaplıyorlar) hem de özgünün özgün olabilmek için bir çeviriye, çevirinin de çeviri olabilmesi için bir özgüne ihtiyacı var (varsayılan olarak bile olsa). “Varsayılan bile olsa” diyorum çünkü ne çeviriler vardı aslında özgünleri yoktu. Sözde çeviriler var. Bunlar var, yani çeviri olduÄŸu iddiası ile çıkıp özgünü olmayanlar var, gelgelelim bir de adına çeviri denmeyen, ama aslen çeviri olanlar var. Anonim özgünlerden derleme ya da özetler var, sözlü hikâye anlatıcılığından yazılı türlere aktarımlar var, ÅŸiiri düzyazıya, düzyazıyı ÅŸiire çeviren çeviriler var, pastiÅŸ var, parodi var, alıntı var, (ç)alıntı da var, gönderme var, yenidenyazımlar, yorumlar, aşırıyorumlar, taklitler var.

 

Aslına bakarsanız baÅŸlı başına metin ve söylemi bir metinler ve söylemlerarası bir örüntüye oturtan, toplumsal ve öznel olanın birbirini karşılıklı inÅŸası var. Anlatı evreninin tarihsel birikiminin metne giriÅŸimi var, bu giriÅŸimi söyleÅŸimsellik ve çokseslilik baÄŸlamlarına oturtan Bakhtin, Kristeva ve elbette Barthes var. Her üç yazarı da yazdıkları dillerde deÄŸil, Ä°ngilizce ve Türkçe çevirileri sayesinde okuyabildiÄŸimi de burada belirtmek isterim. Barthes metinle iliÅŸkisi konusunda, yazarın “halihazırda var olan, yazılmış, söylenmiÅŸ olanı toplayan, düzenleyen ve bunları ‘karmaşık ve çarpışma içinde hiçbiri özgün olmayan yazmalardan oluÅŸan çok-boyutlu bir uzamın içine okuduÄŸunu’ ve bu yüzden metnin ‘kültürün sayısız merkezlerinden yapılan alıntılardan bir örgü’ olduÄŸunu” belirtir (1977:146). Kristeva “The Bounded Text” (“BaÄŸ(ım)lı Metin”) adlı makalesinde ÅŸöyle der: “bir metin... verili bir metnin metinlerarası uzamı, diÄŸer bir çok metinden alınan sözcelerin dönüÅŸümü ve deÄŸiÅŸimi, birbiri içinden geçmesi ve biri diÄŸeri içinde nötrleÅŸmesi ile oluÅŸur” (1980:36). Allen’a göre “hem Kristeva hem de Bakhtin’de metinler kendi dışlarındaki sosyal ve kültürel metinsellik boyutundan da ayrı düÅŸünülemezler. Bütün metinler toplumsal söylemin ideolojik yapılarını ve savaşımlarını içlerinde taşırlar. Bu da, bir metnin metinlerarası iliÅŸkilerinin boyutlarının salt bir “kaynaklar” ya da geleneksel olarak yapılandırılmış bir “arka plan” ya da “baÄŸlam” la iliÅŸkilendirilerek incelenemeyeceÄŸi anlamına gelir” (2000:36) ve Kristeva’nın üzerinde önemle durduÄŸu husus olarak, çeÅŸitli söylemlerdeki metinlerin bir mozaiÄŸi olan her yeni metinde bir “tekrar”dan öte bir “dönüÅŸüm”ün söz konusu olduÄŸunu belirtir (2000:53).

 

Ancak sözü salt metin olgusuna ya da metinlerarasılık tartışmasına doÄŸru dağıtmadan kenara yani çeviriye getireyim yine. Yerimiz dar. Ä°ÅŸte çeviri evreninin metinlerarasılığı, kültürlerarasılığı, dillerarasılığı, yani kısaca -arasılığı bu tekrardan ziyade “dönüÅŸüm”le ve “kenar etkisi”yle birlikte düÅŸününce daha berraklaşıyor gibi geliyor bana… Çeviri bütün -arasılıklarda bir imkân, bir üçüncü uzam oluÅŸturur. Homi K. Bhabha’nın tanımladığı biçimiyle bir “üçüncü uzam”ı (1994), Bakhtin’in “çoksesliliÄŸi”ni (1981) ve Kristeva’nın “tekrar” dan öte bir “dönüÅŸüm” ünü (1980) taşır. Adına çeviri denmiÅŸ ama olmayan, adına çeviri denmemiÅŸ ama olan tüm çeviriler ve Gideon Toury’nin deyiÅŸiyle “çeviri olma iddiasıyla ortaya çıkmış her ÅŸey çeviri” dir (1980, 1995)

 

Bu türden bir yaklaşımla kabul edilebilir ve yeterli çevirinin “ne”liÄŸi üzerinde düÅŸündüÄŸümde, kenardan uç veren, iki ayrı kenardan birbirine doÄŸru baÅŸ vermiÅŸ uçları birleÅŸtirendir çeviri de diyebilir miyiz? Ve bu birleÅŸim yeri çok sesli, (zorunlu seçmeli) dönüÅŸmüÅŸ, farklı ve yeni dinamikleri barındıran bir “üçüncü uzam”dır. Zorunlu seçmeli dönüÅŸmüÅŸ derken, dönüÅŸmemenin mümkün olmadığını, yanısıra dönüÅŸümün niteliÄŸinin çevirmenin ve çeviri evreninin ideolojik, sınıfsal tarihsel, toplumsal ve kültürel etmenlerin manipülasyonundaki seçimleriyle, yani seçimlik gerçekleÅŸtiÄŸini kastediyorum. Ancak konuyu yine saptırmadan kenara dönmek istiyorum. Evet bazen kenarlar birbirine tam tamına uymayabilir. TeÄŸet geçebilir. Yine de çoÄŸunlukla aradaki bir çevirmen her iki kenardan uçları birbirine çekerek, birbirine dokur. Kâh teÄŸet ama yanyana, kâh birbirine dokunmuÅŸ bu birleÅŸim yerleri üçüncü bir uzamı oluÅŸturur. Tam da bu arada derede, arada bir yerde hemen her varlığın, dilin, kültürün, zamanın ve mekânın hibritleÅŸtiÄŸi bu yerde salınan çevirmeni de hibritleÅŸmiÅŸ bir varlık olarak görürüm. Çevirmen sarkaç gibi bir görünürlük bir görünmezlik kenarına vurur da vurur… Görülmezden, duyulmazdan gelinen, ama sesiyle, hatta bedeniyle orada olan çevirmen. Çevirmeni tanımlamak için kullanılan çok geniÅŸ bir yelpazede genellikle görünmezliÄŸi (görmezden gelinirliÄŸi), ÅŸeffaflığı, aracılığı, eÅŸlikçiliÄŸi, tahrifatçılığı vurgulanan elçiliÄŸi, kapı ya da eÅŸik bekçiliÄŸi, sadık ise çirkin, güzel ise sadakatsiz (kadın) liÄŸi, günah keçiliÄŸi ve benzeri eÄŸretilemelerle çeviriye ve çevirmene ikincil, aÅŸağı, ast ve deÄŸersiz bir konum atfeden bakış açılarını, iÅŸte o varlıkla biteviye yadsıyan, biteviye boÅŸa çıkaran çevirmen. Duyguları olan, sesi olan, bedeni olan çevirmen. Åžebnem Bahadır’dan bir alıntı yapmak isterim bu noktada. “Çevirmen Bütün Vücuduyla Çevirir” baÅŸlıklı yazısında ÅŸöyle diyor:

 

“… bu çeviri anlayışı tek yönlü, tek boyutlu, çizgisel, özsel aktarım düÅŸüncelerinden çok uzak. Bu tür bir çeviri ya da kültürlerarası etkileÅŸim düzleÅŸtirmez, aynılaÅŸtırmaz; geleneksel anlamda birÅŸeyler iletmez de. AlışveriÅŸe yol açar. Ä°ki (ya da üç ya da daha çok) tarafı/etkileÅŸim ortağını/metni/kültürü harekete geçirir, deÄŸiÅŸtirir, melezleÅŸtirir. Farklılığı sadece kabul etmekle kalmayıp saygıyla karşılar, hatta doÄŸurur ve besler. Bu anlayış çerçevesinde, çeviriye tabi olan, ama aynı zamanda çeviriye yol açan kültür de aynı devingenliÄŸi ve deÄŸiÅŸkenliÄŸi içinde barındırır. Sadece düÅŸünsel, felsefi ya da manevi boyutta deÄŸil maddi, yani tam anlamıyla vücut boyutunda gerçekleÅŸir böyle bir çeviri. Çevirmen bütün vücuduyla çevirir. (2006:15)

 

Bu varoluÅŸu görmek, duymak ve tanımak için bu kenarlara daha dikkatli bakmak gerek belki de. Kenarın da merkez kadar bir bütünün parçası olduÄŸunu, hatta kenar etkisinin yarattığı gerilim ve imkânlar alanının çeÅŸitliliÄŸini görmek için pür dikkat bakmak. Çevirmenin çeviri anlatıdaki “sesi” ne, çevirmenin “konuÅŸan özne” olarak söylemin çok sesliliÄŸine katılımına dikkat çeken Theo Hermans’ın “The Translator’s Voice in a Translated Narrative” (“Çeviri Anlatıda Çevirmenin Sesi”) adlı makalesinde yaptığı çevirmene ait sesin tanınması çaÄŸrısının, Mona Baker tarafından deÄŸerlendirildiÄŸi ve hiç müdahale edip eÄŸip bükmeden bu metnin içine almak istediÄŸim ÅŸekliyle:

 

“Yazılı ve sözlü çeviri yapan çevirmenler, 'otoritenin sesini' yankılayan ve güçlendiren', ille de ve sadece kurumsal (yazarlık kurumuna ait) eÅŸik bekçileri (“institutional gatekeepers”) ÅŸeklinde bir iÅŸlev üstlenen kiÅŸiler deÄŸildir. Çevirmenlerin de kendilerine ait birer sesi vardır ve bu ses, bir diyaloÄŸun birincil (doÄŸrudan tarafı olan kiÅŸilerin) taraflarının sesleri arasına her zaman pürüzsüz bir ÅŸekilde/sorunsuzca eklemlenen bir ses de deÄŸildir. Hermans'ın yazdığı makalenin odağında bulunan çeviri kurmaca baÄŸlamında çeviri metin, parantez ya da dipnotlar aracılığıyla bir Çevirmen Sesi'nin açık müdahalesine baÅŸvurduÄŸu ve böylelikle okura, teksesli bir söyleme sahip olduÄŸu sezdirilen metindeki bir diÄŸer kiÅŸinin varlığını örtük bir biçimde sürekli olarak hatırlattığı zaman, çevirmenin söylemsel varlığına (“discursive presence”) dair farkındalığımız artar” (2010:193). 

 

Kenardan Uç Veren/ Son(uç) Niyetine

Walter Benjamin “Çevirmenin Görevi” (1923) baÅŸlıklı yazısında- bu yazı ilk olarak 1923 yılında bir Baudelaire çevirisine yazdığı önsözdür- özetle mealen, özgünün (yaÅŸamsal) sürekliliÄŸinin çeviriye baÄŸlı olduÄŸunu, çevirinin ise her halükârda özgünden sonra gelmesi hasebiyle aslında artık hayatta olmayan bir varlığın baÅŸka bir formda hayatını sürdürmesini saÄŸladığını anlatır. Ona göre, “çeviriler içersinde özgün yapıtın yaÅŸamı, sürekli yenilenen, en son ve en kapsamlı geliÅŸme sürecine ulaşır” (2004). Çevirinin ne’liÄŸi üzerine çok incelikli bir dizi düÅŸünce üretmiÅŸ olan bu yazıya ne zaman dönüp baksam yeni bir ÅŸey görüyorum, üzerine düÅŸünüp tartışacak baÅŸka bir açıyı fark ediyorum. Ama her seferinde tek bir özgün olarak mevcudiyet bulmuÅŸ metnin zamana ve mekâna yayılan çeviri(ler) aracılığıyla kenar(lar)ından uç vererek ya da dallanıp budaklanarak bambaÅŸka dillerde, coÄŸrafyalarda ve zaman dilimlerinde yaÅŸamına devam etmesi düÅŸüncesi bana ÅŸevk veriyor. Bu uçlar, dallar ve budaklar iklimden iklime geçerken renk ve form deÄŸiÅŸtiriyor, melezleÅŸiyor, çeÅŸitleniyor elbette. Shakespeare’in The Tragedy of Macbeth’i yazıldığı dil ve zaman ve mekânın dışına çıktı, yüzlerce yıldır dünyada geziniyor. Ä°ngilizce’de bile. Ä°ngiltere’de bile. BeÅŸyüz yıldır yüzlerce farklı dile çevrilmiÅŸ olmasını bir kenara bırakalım, yazıldığı erken dönem modern Ä°ngilizce’nin dinamik deÄŸiÅŸim evreleri boyunca dil içi çevrildi, binlerce kez sahneye konma ve performans aÅŸamasında çevrildi, metin türleri arasında çevrildi, okur kitlesine göre çevrildi, kültürel kodlara ve yerel ÅŸahsiyetlere çevrildi. Mehmet Åžükrü’nün 1931 tarihli Makbet çevirisi de kendisinden sonra ÅŸu kısıtlı olanaklarımla bulabildiÄŸim kadarıyla basılı kitap formatında aralarında Sebahattin EyüboÄŸlu, Orhan Burian, Bülent Bozkurt gibi çevirmenlerin de olduÄŸu farklı çevirmenlerce farklı zamanlarda farklı yayınevlerine yapılmış 6 ayrı çevirisiyle Türkçe’de de yaÅŸamaya devam ediyor. Elbette defalarca sahnelenmiÅŸ bir metin ve performatif yorumlara temel alınan çeviriler bu sayıya dahil deÄŸil. Bakarsınız izini sürerim bir gün.

 

Kenarda bırakalım. Kenar çok, olasılık ve imkân çok, hepimize yeter.

​

Ekim 2021, Heybeliada

Kaynakça:

- Allen, Graham. (2000). Intertextuality, New York: Routledge Bahadır, Åžebnem. (2006). “Çevirmen Bütün Vücuduyla Çevirir”, Varlık, Haziran, 13-16

- Baker, Mona (Ed.). (2010). Critical Readings in Translation Studies, Amsterdam/Philadelphia: John Benjamins Publishing Company

- Benjamin, Walter. (2004) “Çevirmenin Görevi”, çev. Ahmet Cemal, Çeviri Seçkisi II: Çeviri(bilim) Nedir? BaÅŸkasının Bakışı, Ä°stanbul: Dünya, 33-51

- Bhabha, Homi K. (1994). The Location of Culture. London: Routledge

- Bakhtin, M.M. (1981). Michael Holquist (ed.).The Dialogic Imagination: Four Essays. Austin: University of Texas Press

- Barthes, Roland. (1977). Image – Music - Text, Çev. Stephen Heath, London: Fontana

- Hermans, Theo. (1997). “Çeviri Anlatıda Çevirmenin Sesi”, Çev. Alev Bulut, Kuram, Sayı: 15, 63-68

- Kristeva, Julia. (1980). “Word, Dialogue, Novel”, Desire in Language: a semiotic approach to literature and art, Çev. Thomas Gora, Alice Jardine, Leon S.Roudiez, Yay. Haz. Leon S.Roudiez, New York: Columbia University Press, 64-91

- Kristeva, Julia. (1980) “The Bounded Text”, Desire in Language: a semiotic approach to literature and art, Çev. Thomas Gora, Alice Jardine, Leon S.Roudiez, Yay. Haz. Leon S.Roudiez, New York: Columbia University Press, 36-63

- Toury, Gideon. (1980). In Search of a Theory of Translation, Tel Aviv: Porter Institute for Poetics and Semiotics

- Toury, Gideon. (1995). Descriptive Translation Studies and Beyond, Amsterdam/Philadelphia: John Benjamins Publishing Company

- HAKAN ATAY & CEMAL ENER -

Sekme’nin edebiyat sekmesinde ÅŸimdiye kadar hiç karşılaÅŸmamış iki yazarın tekrar karşılaÅŸmasına ÅŸahit olacağız. Avrupa’nın kenarında köÅŸesinde kalmış Portekiz’den Fernando Pessoa ve Avrupa’daki bütün kenarların ve köÅŸelerin orta yerindeki Ä°sviçre’den Robert Walser Sekme’ye konuk olacak. Edebiyat araÅŸtırmacısı Hakan Atay Pessoa’yı, çevirmen Cemal Ener de Walser’i anlatacak. Böylece iki kendi köÅŸelerinin kenarlarında kalmış bu iki yazarı yanyana getirerek ortaya çıkan kenarın etkisini seyredeceÄŸiz. Bu kenarı da beklenmedik bir sürprizle sonla kağıtta kalemde göreceÄŸiz.

yuksel-arslan-arture-550-tablosu.jpg

Dünya’nın Sonunda Kenarların BuluÅŸması

Müzikte Kenarlar

- BEDÄ°Z YILMAZ -

Åžiirlerin notalarla buluÅŸmasında büyülü bir yan var; kendinden müziklidir ÅŸiir elbet ama baÅŸka ellerce müzikle bezenmesi, hele de farklı bestelere konu edilmesi bir çiçeÄŸin sürekli yeni yapraklar açarak insanı ÅŸaşırtmasına benziyor. Biri piyanosuyla giriyor, alıyor ÅŸiirden bir parça, yüceltiyor onu göklere. Bir diÄŸeri sazını katıyor ÅŸiire, yüreklere iÅŸliyor. Farklı müzisyenler ÅŸiirden farklı parçalar kesip çıkarıyor bazen, veya birkaç ÅŸiirden parçayı birbirine ekliyor. Bir de çeviri girdiÄŸinde iÅŸin içine, hele Metin Altıok’un Kimliksiz Ölüler ÅŸiiri Zazaca ve Kurmanca’da söylenmiÅŸse, yahut Ahmed Arif’in Otuzüç KurÅŸun’u Ciwan Haco’nun dilinden söylenmiÅŸse bambaÅŸka bir derinlik kazanıyor. Nazım Hikmet’i Yunanca veya Fransızca dinlemek ne kadar hoÅŸsa, aynı Türkçe ile ama bambaÅŸka yorumlayan müzisyenlerden dinlemek de bir o kadar hoÅŸ oluyor. Åžiirler çeÅŸit çeÅŸit kumaÅŸ, ezgiler boy boy makas, parçaları kesip birbirine teyelliyor, dantel gibi iÅŸliyor, içiçe sokuyor; bu birleÅŸmeden doÄŸan etkileÅŸim uçsuz bucaksız bir derya seriyor önümüze.

Hakan & Cemal
Bediz Yılmaz

Kenar Etkisi BaÄŸlamında Resim Sanatında Kompozisyon Kavramı Ä°le Kadraj Ve Dekadraj Kavramlari Üzerine Bir Ä°nceleme

- VELÄ° MERT -

La jetée.jpg
Mona Lisa - Leonardo da Vinci.jpg
Rembrandt Harmenszoon van Rijn - Self-Portrait.jpg

Kenar etkisi sınırda gerçekleÅŸen iliÅŸkinin diÄŸer yerlerdeki kadar etkili olmadığını söyler. BoÅŸ bir tuval merkezinden daha çok kenarları ve özellikle köÅŸeler ve köÅŸeler arasında karşılıklı kurulan hatların kesiÅŸtiÄŸi noktalarla zaten bir baÄŸlam sunar. 

​

Kenarlar Resim sanatının ontik yapısının en önemli göstergesidir. Çünkü bu çerçeve doÄŸaya gidildiÄŸinde referans alınan en önemli baÄŸlamdır. Bu çerçeve yani salt kenar çizgisi pencere metaforuyla anlatılmaya çalışılmıştır. Bu çerçeve bir araya gelerek iki boyutlu düzlemi oluÅŸturur.

​

Dolayısıyla, Resim sanatı, başından beridir içinde yer alınan çok boyutlu gerçekliÄŸin resmin üzerinde yer alacağı düzlem denen iki boyutlu yüzeye aktarılmasının medyumu, ortamıdır. Bu aktarma tekniÄŸi ele alındığında, resmin kendi dilinin zorunluluÄŸunun bir gereÄŸi olarak, önce gerçekliÄŸin bir kesitini sınırlamak zorunda olup, sonra bu sınırlanan gerçekliÄŸin temsilini maÄŸara duvarının sınırlı bir kesitine uygulamıştır. Bu iki baÄŸlam, kendi içinde birer pozisyon niteliÄŸinde olup bu iki baÄŸlamın birbiri ile karşılaÅŸtırılarak ya da iliÅŸkilendirilerek kompozisyon denen yapıda birleÅŸtirilmiÅŸ olur. Köken olarak Latince componere, compos- "bir araya koymak, birleÅŸtirmek, inÅŸa etmek" fiilinden +tion sonekiyle türetilmiÅŸtir.  Bu birleÅŸtirme iki ayrı baÄŸlamı kıyaslayarak; ölçeklendirerek, karşılaÅŸtırarak birleÅŸtirmeyi içermektedir.

FotoÄŸraf’ın dili içinde gerçeklikten bir kesit alma ile fotografik bir kompozisyon kurma aynı hareketin iki yönünün eÅŸanlı kuruluÅŸunu ifade eder ki; o da kadrajlamaktır. Vizörden bakan göz iki ÅŸeyi aynı anda görür ve hem kompozisyon kurar, hem de gerçekliÄŸi dört kenarlı kompozisyon ile keser. Cadre; Portekizcede kenarlarından kesmek anlamına gelmektedir. Kadraj bir ÅŸeyleri keser. Neyi keser? Önce vizör gerçeklik üzerinde kayarken bir sabitte odaklanır.

​

FotoÄŸrafın kadrajlaması kenar etkisi kavramı için çok önemlidir. Çünkü fotoÄŸrafçı kenarı seçerken odaÄŸa baÄŸlı olduÄŸu kadar bazen bu baÄŸlılıktan daha çok kenarların geldiÄŸi yeri tespit etmeye çalışır. Bir gözü ile vizörden odak ve kenarlara bakarken diÄŸer kapalı gözünü açarak kadrajlayarak kestiÄŸi kenarın diÄŸer enerji alanında neyi kaybettiÄŸini saptamaya çalışır. FotoÄŸrafçı kenar etkisinin tespitini yapar. Kenarların zihinsel haritası çıkarıldıktan ve odak ile tartıldıktan sonra kadrajlama yani kesme iÅŸlemi gerçekleÅŸtirilir. Bir fotoÄŸrafçı için, gerçekliÄŸin içinde bir kompozisyonun seçilmesi aÅŸamasında, vizörün içinde odak ile kenar eÅŸanlı olarak kurulurken, ressam için ise, aynı benzer tutum içindedir ancak ressamda kurmayı umduÄŸu kompozisyonun kenarları hayali bir durum oluÅŸtururken, fotoÄŸrafçının gördüÄŸü ve kadrajlamayı umduÄŸu çerçevesi yani kadrajı, aynı görüÅŸ skalasını içerisine üstelik gördüÄŸü ile kadrajladığı gerçekliÄŸin kesinlik içinde baÄŸlamını yerleÅŸtirir. Ressam boyadığı tuvalin çerçevesini gerçekliÄŸin içinde hayali çerçeve olarak kurar. Bu iki ayrı baÄŸlam, tarihsel olarak çaÄŸlar boyunca resim sanatının deneyimlerinin geçirdiÄŸi evrelerin kazanımlarının geldiÄŸi son aÅŸama olan modern dönemin başında kesiÅŸir. Bu iki baÄŸlamda, sinemanın kamerası ile fotoÄŸraf makinesinin kamerasının baktığı nokta aynıdır. Resim sanatında kompozisyon meydana getiren çerçeve, fotoÄŸrafın kadrajı ile dönüÅŸürken sinema bu kadrajı alıp ona hareket katarak kadrajlarının yığınlarını kendi bütünün parçalarına yani sekanslarına dönüÅŸtürecektir. Frame denilen teknik eleman, kenar etkisinin ölçeklendirildiÄŸi nesnedir.

​

Kompozisyon denen yapının çerçeveyle kurduÄŸu iliÅŸki en temel iliÅŸki olsa da; onun kadar bir diÄŸer yapı ise odaktır. Odak, resim sanatında gözün çerçeveden kurtulup yüzey üzerinde dolaşımında durduÄŸu ilk noktada kurulur. FotoÄŸrafta ise vizör’den bakan göz, çerçeve ve odak noktasını eÅŸ-anlı görerek kurar ve kadrajın sınırlarını belirler. Video veya sinemada ise çerçeve içinde odak serbesttir, odak dolaşımdadır. Birbirinin devamı niteliÄŸinde duran bu dizge kendi içinde yapıyı dönüÅŸtürür ve yeni paradigmaların iÅŸin içine dahil olmasını saÄŸlar. Sinemada görüntü, kendinden sonra gelen hareketli görüntünün olanağında silinirken, buradaki en önemli nokta sinemada perdenin sınırlarının hareketten sonraki en önemli durum olduÄŸudur. Hareket olanağında görüntüye tutunamayan izleyici, çerçevenin bir asalağına dönüÅŸür. Hakikat ile yapıntı arasındaki sınırlar yani çerçeve tüm görüntüyü hem kurar ve hem de yok eder.  

​

Resim sanatında tarihsel olarak ele alındığında kompozisyon denildiÄŸinde çerçevenin gücünü hissettiren daha başında açık kompozisyon idi. Çünkü gerçekliÄŸin sınırlılığı resim çerçevesinin sınırlılığı ile kontrast bir iliÅŸki sunuyordu. Sınır kompozisyon doÄŸanın Tanrısal yönü ile sınırlı bir bakışa sahip olan insanın görüsü bu kompozisyon anlayışında üst üstte çakışmaktadır. Bu idealleÅŸtirme Rönesans sanatı, kiÅŸisel bakışın ilk kurulduÄŸu yer olması hasebiyle Resim sanatının bu problematik için referans alındığı ilk dönem özelliÄŸini taşır. Dünyayı bir insanın gözünde belli bir mesafeden görüÅŸü ortaya koyan ve bu görüÅŸü ilk sınırlayan ÅŸey, yani çıktı denilebilecek olan ÅŸeyi daha başından belirleyen bir bilgisayar yazılım yüklemesi gibi sanatçının bakışını baÅŸtan belirleyen perspektif, (Perspectiva: Çerçevenin içinde bakış) bakışa bu sınırı başında kurar. Perspektif doÄŸada ÅŸeylere sınırında gerçekleÅŸenleri ortaya koyar. Perspektif neredeyse kenarların etkisi nedir sorusunun sanat tarihindeki karşılığı gibi durmaktadır. FotoÄŸrafta nasıl vizörün sınırları gerçekiliÄŸi cadre: kesiyorsa, resimde de bakışı sınırlayan perspektif, bakışa bir çerçeve; pencere ile sınır oluÅŸturur. Burada sürekli taÅŸan ve devam eden gerçeklik gibi resmin kompozisyonunu oluÅŸturan çerçeve sınırlarını aşıp onun dışına taÅŸarak devam eden yapı, açık kompozisyonu meydana getirir. Tanrısal bir baÄŸlamda kesintisizlik içinde yer alan doÄŸa ile kesintisiz resim aynı baÄŸlamda yer almıştır. Merkezde artık insanın bakışı yer alır. Açık kompozisyonu açık hale getiren unsur kompoze edilen ÅŸeyin gelip sınıra dayanarak bir noktada hem kesilmesi hem de devam ediyor imasına devam etmesidir. Açık kompozisyonun kenar etkisi kesinlikle iddia edilebilir ki kapalı kompozisyondan çok daha güçlüdür. Bu analoji fotoÄŸraf sanatındaki dekadraj kavramı için de aynen geçerlidir. Çünkü resim sanatındaki açık kompozisyonun fotoÄŸraftaki karşılığı dekadraj’dır. 

 

Bu durumu biraz açarsak; Rönesans resmi harita gibidir; çünkü doÄŸa Aristoteles’in dediÄŸi gibi bilginin kaynağıdır. Resim bu kaynak olan doÄŸanın haritası niteliÄŸindedir. Haritada da bir ülkenin devamında diÄŸer ülkenin sınırları, çerçevenin sınırlarından dışarıya doÄŸru taÅŸar. TaÅŸan noktada dünya devam eder bilgisi saklıdır.  Rönesans sanatının resminde açık kompozisyon yüzeyin ontolojik yapısını asla unutturmaz. Çünkü yüzey eninde sonunda çerçevenin sınırında kendini ele verecektir. Yüzeyin kenara deÄŸen yanı iki ÅŸeyi birden söyler ki kenar etkisi kavramı için en önemli olgulardan biri ortaya çıkar: yüzey kenarda fiili anlamda biter ama bu bitiÅŸ sonlanma deÄŸil devam eden yüzeyin bitiÅŸidir. Her dışarı taÅŸan ve çerçeveye deÄŸen nokta, odak ile gerilime neden olur ve bu da derinleÅŸmenin saÄŸlam temeli olarak dayanağını çerçeveden alır. Åžu da denilebilir ki; odak denilenin odaklı daha başında kenarın etkisi sayesindedir. 

Buradan bakıldığında dekadraj kavramı ve açık kompozisyon iliÅŸkisi tümüyle kenar etkisi üzerine kuruldur denilebilir. Bu dış çerçeve olanağında kurulu olan yapılara kompozisyon elemanlarından olan form açısından ele alındığında formu belirleyen sınırlar açısından alındığında kapalı ve açık form ilkeleri kenar etkisi baÄŸlamını daha katmanlı hale getirecektir. Leonardo Da Vinci’nin buluÅŸu olan sfumato (dumanlı) teknik, dış çizgiyi yani kenarları ortadan kaldırır. ÖrneÄŸin Mona Lisa’nın elinin kenarlarındaki çizgilerin karanlıkta eriyerek yok olmasında olduÄŸu gibi. Bu ortadan kalkmış kenar çizgileri yani kontur, izleyici tarafından her defasında yeniden kurulmak zorunda kalır. Bu kenar etkisi objektif estetikten subjektif estetiÄŸe geçiÅŸe neden olacak kadar büyük bir kırılma yaratacaktır.  Bu konu baÅŸlığımızın dışı bir örnek olsa bile kenar etkisi kavramının sanat tarihinde inanılmaz bir kavramsal çerçeve sunduÄŸunu göstermektedir.

​

Barok sanatında kompozisyon anlayışı deÄŸiÅŸir ve kapalı kompozisyon uygulanır. Barok sanatında odak o kadar güçlenir ki çerçeve ışık ile karanlık arasında mücadelede karanlığa yakın ışığa uzaktır. Barok örneÄŸi için sinema teknik baÄŸlamı bu duruma iyi bir örnektir. Sinema salonunda karanlık izleyiciye yakın, ışık uzakta karşı da perdededir. Barok resmini, Gilles Deleuze maÄŸara karanlığı ve ortada yer alan ışığa benzetir. Barok sanatının kapalı kompozisyon anlayışı fotoÄŸraf sanatında kadrajın baÄŸlamıyla aynı düzlemde yer alır. BağımsızlaÅŸan bir çerçeve Barok sanatında neredeyse odakta olanı belirler. ÖznelliÄŸi bu çerçeve özerkliÄŸinde görmek mümkündür ve neredeyse bu durumu çerçevenin dolaşıma çıkmış keyfiyetinde yakalanabilir. Bakış açısındaki özerklik fotoÄŸrafın kuruluÅŸuna denk gelen dönemle tuhaf bir yakınlık kurar. Tuhaftır çünkü Barok sanatında özerk birey, modern dönemde olduÄŸu kadar henüz kurulmamıştır. FotoÄŸrafın ortaya çıktığı dönemin Resim sanatında bakış ve kompozisyon anlayışı düzlemleÅŸen bir resmin baÅŸlangıç yıllarına yani modern dönemin baÅŸlangıcına tekabül eder. Fakat fotoÄŸrafın ise bize Barokvari derinleÅŸen bir kompozisyonu kendine yakın seçtiÄŸi görülür. Hatta kendini bu kapalı kompozisyonun merkeze aldığı bile söylenebilir. Çünkü emekleme aÅŸamasında olan bir fotoÄŸraf, kendini resimleme araçlarından biri olarak bulunca, doÄŸal olarak, resmin geleneksel kompozisyon anlayışına baÄŸlı kalır. Üstelik bu anlayışta içinde yer aldığı çaÄŸdan deÄŸil,  kendini ispat etmiÅŸ ve o günkü  yaÅŸamın içinde bir düzey olarak yer alan Barok sanatından etkilenmiÅŸtir.

​

Sürecin içinde açık ve kapalı kompozisyon anlayışları (ki bu Wölfllin tarafında ortaya atılmıştır) bugün bile hala kullanılmaktadır. Dönem resimleri okuma kolaylığı saÄŸlamaktadır. Kadraj ve dekadraj (Bonitzer tarafından üzerine yazılmıştır) kavramları hem fotoÄŸraf dili hem de sinema dilinin ortak kavramları haline gelmiÅŸtir. Bu iki kavram bile olguyu kenarların iç ve dış ile olan etkileri üzerine kurulduÄŸunu bize söylemektedir. Kenarlarda biriken enerjiler kompozisyonun baÄŸlamını çok katmanlı hale getirmektedir. 

Kör Alan ve Dekadrajlar - Pascal Bonitzer.jpg
Veli Mert
Gülbin Özdamar Akarçay
WhatsApp Image 2020-04-22 at 10.06.54 PM

FotoÄŸraf 3: Bir baÅŸka eski eÅŸin fotoÄŸraftan kesilmesi

IMG-20200513-WA0002.png

FotoÄŸraf 4: Sevilmeyen yengenin fotoÄŸraftan kesilmesi

Kenarın Temsili, Ötekinin Ä°mgesi: FotoÄŸraf

- GÜLBÄ°N ÖZDAMAR AKARÇAY -

Ötekinin kamusal alanda görünürlüÄŸü onu temsil eden görsel imgelerle var olur. Ötekinin sesini kısan çoÄŸunluk politikaları onu kenara, öteye, çukura ve diplere atar. Kenardakilerin görsel temsillerini yaratan da fotoÄŸrafçılardır. Uzak çoÄŸunlukları kenardakilerle buluÅŸturan ve bir kenar etkisi yaratabilecek ortamı imge ile üretmeye çalışan fotoÄŸrafçılar, çukurun içindeki ötekiyi çıkarmaya çalışmak gibi kahramanlıklara giriÅŸirler. Bu kahramanlıkların neden bir fotoÄŸrafçı gözüyle gerçekleÅŸebileceÄŸi sorusu, modernizmin bir temsili olan fotoÄŸraf makinesinin gerçeklikle kurduÄŸu iliÅŸkide aranabilir. Çünkü fotoÄŸraf icat edildiÄŸi andan itibaren gerçeÄŸi aktaran, bilinmeyeni gösteren, uzağı yakına getiren bir aygıt olarak tam da pozitivist düÅŸüncenin bir aracına dönüÅŸür. FotoÄŸrafçı da bir modern zaman flaneur’ü gibi dolaşırken, merkezden çevreye doÄŸru yaptığı yürüyüÅŸlerinde öteki ile karşılaşır. KarşılaÅŸtığı öteki ile kurduÄŸu diyalog ile onu belgeleyerek oluÅŸturduÄŸu temsili diÄŸerlerine gösterecek mecrayı seçerek bir hikâye üretir. Bu hikâyede fotoÄŸrafın öznesi olan öteki, iki boyutlu bir yüzeyde temsiline dönüÅŸtüÄŸü kendisini, bile isteye fotoÄŸrafçıya teslim eder. FotoÄŸrafçı da kendinden olmayana duyduÄŸu merak ve ideolojilerin verdiÄŸi dünyayı deÄŸiÅŸtirme inancı ile kendi gözüne entegre olan fotoÄŸraf makinesini deÄŸiÅŸim ütopyasını gerçekleÅŸtirmek için kullanır. Kullanır-dı.

 

Modernizmin hümanizm ütopyası sosyal belgeci fotoÄŸraf anlayışının en vazgeçilmez özelliklerinden biriydi. Belgesel fotoÄŸrafın temel konusu insan, hakikati aramak için bir araç olarak kullandığı fotoÄŸraf makinesi ile tek başına dünyanın var olan politik, ekonomik, çevresel ve toplumsal sorunlarını bir dizi fotoÄŸraf aracılığıyla kamuoyu ile paylaÅŸtığında, deÄŸiÅŸim için bir itici güce sebep oluyordu. GerçeÄŸin gözler önüne serilmesi resmin yapamadığını yaptı. An’da akıp giden neyse, siyah beyaz bir kopyası, iki boyutlu bir yüzey üzerinde elinizdeydi. Nitekim Jacop Riis’in 19. yüzyılın sonlarında ve Lewis Hine’ın 20. yüzyılın baÅŸlarında fotoÄŸrafladığı New York’daki göçmenler, ÅŸehrin en uç noktalarında gecekondularda ya da merkezde sokak kenarlarında bir kâğıt parçası üzerinde yaÅŸam savaşı veriyorlardı. Bu fotoÄŸraflar dönemin baÅŸkanı Theodore Roosevelt’ın dikkatini çekerek, göçmenler ve çocuk hakları konusunda kamuoyu oluÅŸturdu. Bir deÄŸiÅŸim yarattı. Sonrasında birçok fotoÄŸrafçı hep o kimsenin gitmeye cesaret edemediÄŸi, uzaÄŸa, kenara, çevreye, çukura gidip, oradan hikayelerle geri geldiler. Sontag’ın da vurguladığı gibi fotoÄŸrafçı, “korunan, ahlakçı ve aklı başında tepkilere alıştırılmış olanlar için bilinmeyeni” fotoÄŸrafladı. FotoÄŸrafın bu yüzden öteki ile diÄŸerini birbirleriyle tanıştıran, buluÅŸturan bir ‘kenar etkisi’ yaratma hayali vardı. Bu hikayeler söze ya da yazıya dayalı hikayelerden farklı olarak gerçeÄŸin ‘bire bir’ kopyasını kapsıyordu ve bu 20. yüzyıl insanı için bir mucizeydi. FotoÄŸraflardaki hakikat, gerçek nasıl inÅŸa edilirse edilsin gözler önündeydi. Siz ne söylerseniz söyleyin fotoÄŸraflar insanlık hallerini açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Bu nedenledir ki, Amerika-Vietnam Savaşı, Amerikan halkında medya (TV ve fotoÄŸraflar) aracılığıyla büyük bir toplumsal tepkiye dönüÅŸmüÅŸ ve Amerikan hükümetinin Vietnam’dan çekilmesinde de etkili olmuÅŸtu. Ä°lk defa insanlar konforlu hayatlarından çıkıp savaÅŸ bölgesinden gelen fotoÄŸraflar ve hareketli görüntüler aracılığıyla, coÄŸrafi olarak kilometrelerce uzakta süren savaÅŸa tanık olmuÅŸlar ve bu tanıklık sayesinde savaşın ölümcül yüzüyle karşılaÅŸmışlardı. Televizyonun ürettiÄŸi hareketli imge ve gazetelerin yayınladığı fotografik imge sayesinde merkezdeki diÄŸeri, kenardaki öteki ile yüz yüze geldi. Vietnamlı için benzer bir durum söz konusu olamadı. FotoÄŸrafın en büyük illüzyonu da burada saklıdır: fotoÄŸraf makinesine sahip merkezdeki ile fotoÄŸraflanmayı bekleyen kenardaki arasındaki iliÅŸkinin çeliÅŸkisi. Bu iliÅŸkinin kazananı yok gibi görünse de kenardakinin suretini kaydettiÄŸi için merkezdeki bir adım öndedir. Ne zaman kenardaki kendi makinesini eline alıp, kendinden olanı merkezdekine ya da merkezdekini kendinden olana anlatma çabasına giriÅŸir o zaman dengeler de deÄŸiÅŸir. Kenar etkisi iki taraflı da gerçekleÅŸmiÅŸ olur.

 

Günümüze kadar farklı coÄŸrafyalara, toplumsal gruplara, kültürel çeÅŸitliliÄŸin en zengin alanlarına objektifini çeviren fotoÄŸrafçı, bilgi aktarma, tarihe tanıklık etme, haber verme, belge olma ve bellek oluÅŸturma misyonu ile belgesel fotoÄŸrafın modernist vizyonuna yeni bakış açıları getiriyor. Modernist ütopyanın çöküÅŸü, ideolojilerin ölümü ve postmodernist düÅŸüncenin yerleÅŸmesi ile gerçeklik sorgulamaları artarak devam ediyor. FotoÄŸrafın gerçekliÄŸi kopya ettiÄŸi inancı ise onun farklı ellerde farklı amaçlarla kullanılmasıyla birlikte giderek zayıflıyor. Görsel bir hikâye olarak belgesel fotoÄŸraf projelerinin arkasındaki politikaların zaman içinde ortaya çıkması modernist ve geleneksel belgeselin tüm misyonlarını sorgulamamıza neden oluyor. Emperyalist ideolojiye hizmet eden, propagandif amaçlarla kitleleri yönlendirmek için kullanılan, savaÅŸlarda gerçeÄŸi yansıtması gerekirken kaybolan gerçeÄŸe düzmece bir kanıt rolü üstlenen fotoÄŸrafın, hümanist ve toplumsal vizyondan uzaklaÅŸarak kiÅŸisel hikayelere evirilmesi de bunların bir sonucu gibi görünüyor.

 

Görsel bir dil oluÅŸturup özne olarak insanın tüm dertlerini ve hallerini bir kadraj içine sığdırmak yeterince zorken, bir de fotoÄŸrafçının karizmatik özne olarak kendisini bu kadrajın içine dahil etmesi (illaki fotoÄŸrafçının o kadraj içinde görünür olması gerekmiyor, bu öznel üslupların etkisinden bahsediyorum) fotoÄŸrafın asıl öznesine haksızlık diye düÅŸünüyorum. ÖrneÄŸin bir göçmen olarak özne, yaÅŸamsal mücadelesi içinde fotoÄŸraflanmayı gönüllü bir ÅŸekilde kabulleniyorsa ya da kabullenmek zorunda kalıyorsa,- her ne kadar Sontag, fotoÄŸraf makinesinin bu sorumluluÄŸu kaldırdığını savunsa da- fotoÄŸrafçının da iktidarı elinde bulunduran olarak o özneden sorumlu olduÄŸunu düÅŸünüyorum. FotoÄŸrafçıya yükleneceÄŸinden fazla sorumluluk vermek haksızlık olur. Ancak bu göçmen meselesinde olduÄŸu gibi öteki olarak zorda olanları fotoÄŸraflamak sorumluluk gerektirir, etik öncelikler gerektirir. EÄŸer bir fotoÄŸrafçı olarak onların bu hallerini kamuoyuna duyurmak, insanların bu hallerini bilinir hale getirmek yerine zenginlerin ziyaret ettiÄŸi üst düzey bir galeride satışa sunuyorsanız benim için bu önemli bir sorundur. Bu tür davranışlar, belgesel fotoÄŸrafın -fotoÄŸrafçısını geri planda bırakarak- çağına tanıklık etme misyonunu yaralar. FotoÄŸrafın içindeki -kadrajın içinden çıkıverecek gibi duran- özneyi, izleyenler için tekinsiz bir nesne konumuna sürükler. Çünkü fotoÄŸraf izleyende farkındalık yaratmak ya da sorunu göstermek yerine “iyi ki orada deÄŸilim” duygusu yaratır. Bu en tehlikeli duygudur. Ne yazık ki bu çaÄŸda insanın sürekli görsel mesaja maruz kalması ve fotografik imgeyi kanıksaması bu duyguyu çoktan oluÅŸturdu. Bu sebeple fotoÄŸraf aslında bir kenar etkisi aracı iken kenarı yalancı bir temsile soyunması, onun ontolojik olarak varlığının en tehlikeli niteliklerinden biridir.

 

FotoÄŸrafçı olarak bu dünyanın yükünü tek başına yüklenmeyi önermiyorum. Arkasında önemli bir sivil toplum desteÄŸi olmadan (maddi ve manevi olarak) gerçekleÅŸen belgesel fotoÄŸraf projelerinin eksik olacağını belirmek istiyorum. 20. yüzyılda fotoÄŸrafın gerçekleÅŸtirdiÄŸi deÄŸiÅŸim, aracın kendisinin yeniliÄŸindendi. Ancak fotoÄŸraf artık masum deÄŸil. FotoÄŸrafçısı da. Bir söyleÅŸi sırasında faÅŸist bir insandan belgesel fotoÄŸrafçı olup olamayacağı sorulmuÅŸtu. Cevabım netti. HAYIR! Belgesel fotoÄŸrafçı tarafsız olamaz tıpkı senin benim gibi ama dürüst olmalıdır. Çünkü belgesel fotoÄŸraf üretmek, iki tarafın gönüllü bir ÅŸekilde karşılıklı kurdukları iletiÅŸim ile fotoÄŸrafçının merakının, öznenin hikayesine yerleÅŸtiÄŸi yaÅŸamsal ve insani bir süreçtir. Önyargısız bir gözlemleme edimi ve anlama çabasıdır. Benzerlikler de bir fotoÄŸrafın konusu olabilir ancak fotoÄŸrafçının duyduÄŸu en büyük heyecan, insanı farklılıkları ile betimlemek, fotoÄŸraflamaktır. Onun için çevre merkezden, kenar ortadan, azınlık çoÄŸunluktan, yoksul zenginden, marjinal sıradandan, kaybeden kazanandan daha fazla fotoÄŸraflanmaya deÄŸerdir. Naif bir liberal çeÅŸitlilik savunusu yapmıyorum, belgesel fotoÄŸrafçılar olarak bizi çukurdakilere çekenin kendi çukurlarımız olduÄŸunu söylüyorum. Sizi de kendi çukurlarınıza çekilmeye ve ötekinin çukurlarını kucaklamaya davet ediyorum. .

Röportaj: Bir Roman Kahramanı Canlanırsa

- BÜÅžRA KÜÇÜK & Ä°LYAS ÖZÇAKIR -

Yönetmen: Eyüp Emre Uçaray

Kurgu: Ümit Åžahin

​

John Fowles’un kaleme aldığı ‘Koleksiyoncu’ romanı Clegg isimli kahramanın Miranda’ya olan saplantılı aÅŸkı için onu kırsalda bir evin mahzenine hapsetmesi ve burada geçirdikleri süre zarfında yaÅŸananları konu ediniyor. Romandan uyarlanan, yönetmenliÄŸini Eyüp Emre Uçaray’ın yaptığı, baÅŸrollerini Ä°lyas Özçakır ve Ayfer Tokatlı’nın paylaÅŸtığı aynı isimli tiyatro oyunu 10 Kasımda Ä°stanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyerini yaptı.  

​

Bu vesileyle ben de hayatımda daha önce hiç deneyimlemediÄŸim bir iÅŸe giriÅŸtim. Romanın ve oyunun baÅŸ kahramanı Clegg ile bir röportaj yaptım. Ben sordum, Ä°lyas Özçakır Clegg karakteri olarak cevap verdi. Ve kendi adıma, beklediÄŸimden çok daha ilginç bir deneyim olduÄŸunu söyleyebilirim. 

​

Kanlı canlı bir roman kahramanı –antisosyal özellikler gösteren bir kahraman- ile karşılaÅŸmak oldukça heyecan vericiydi. Ancak bu heyecan bir gerginliÄŸi de tetikledi. Karakteri beklemediÄŸim ölçüde yargılayan bir pozisyonda buldum kendimi. Onu hem derinleÅŸtirmeye çalışıp hem yaptığıyla yüzleÅŸtirmek gibi bir misyon edindiÄŸim ortaya çıkınca ben de epey ÅŸaşırdım doÄŸrusu. Bu iÅŸe giriÅŸirken, bir roman karakterini daha yakından tanımak ve onunla tam anlamıyla karşılaÅŸabilme fikrinin büyüsüne kapılmıştım. Bu antisosyal özellikler gösteren saplantılı kiÅŸilik cana gelse kendisine yöneltilen sorulara nasıl cevaplar verir, bir diyaloÄŸu nasıl devam ettirir, ‘normal dışı’ davranışlarını nasıl ele alır diye düÅŸünürken, bir taraftan da benim için büyülü olanın romanın içine girmek, olaya dahil olmak arzusu olduÄŸunu anlıyorum.  

​

Ä°zleyeceÄŸiniz videonun bir kısmında bu deneyim üzerine konuÅŸtuk. Röportajın bitiminde Ä°lyas da ben de kenarında gezindiÄŸimiz ‘roller’ içerisindeki bocalamamızdan bahsetme ihtiyacı hissettik. Psikolog- röportaj yapan- izleyici rolleri içerisinde kenar etkisi diyebileceÄŸim ÅŸey tam da bu temastan doÄŸan yüzleÅŸmeydi. Benden baÅŸka olanla, “öteki” ile –üstelik bu bir katil ise- bir araya geldiÄŸimde içimde beliren duygusal karmaÅŸa ile temas etmek, ötekinin dilini anlamaya çalışırken aslında ne kadar kendi dilimden konuÅŸma eÄŸiliminde olduÄŸumu fark etmek çarpıcıydı. Tüm bunlar olurken, Ä°lyas’ın da bahsettiÄŸi, insanın içindeki ‘kötü’ ile karşılaÅŸmasının yarattığı etki de muhakkak izleyiciler için çarpıcı olacaktır. Tamamen dışladığımız ‘kötü’yü duymanın ÅŸimdiye kadarkinden baÅŸka bir anlama ve harekete geçme imkanı saÄŸlayacağını düÅŸünüyorum. 

Farklı yapıları aynı noktada buluÅŸturmaktan doÄŸan bu etki hem tehdit ediciliÄŸiyle hem de saÄŸladığı yüzleÅŸme olanağıyla oldukça etkileyiciydi. 

​

Umarım izleyenlere de bir baÅŸka düÅŸünme ve temas etme kanalı açar. 

​

Nakliye

- DOÄžA CAN ERTÜRK & KAAN ÅžEN -

Son 5 yıldır her günümüz beraber geçmiÅŸ olsa de ÅŸimdi bir kıtanın farklı uçlarındayız. Kendimize bu ülkenin dışında baÅŸka bir yaÅŸam kurmayı arzulasak da hiçbir zaman buradan bağımsız olamayacağız. YolculuÄŸumuzun her yeni durağında oraya adapte olmaya çalışıp, kendimize yeni bir ÅŸeyler ekleyeceÄŸiz ama asla bir yere ait olamayacağız. Belki de böyle kenarlarda gezerek daha renkli olacağız. GittiÄŸimiz yeri yuva yapacak olan ÅŸey ise insanlar ve kolilere doldurduÄŸumuz birkaç eÅŸya olacak.

Doğa Can Ertürk & Kaan Şen
Büşra Küçük & İlyas Özçakır
Nakliye.jpg
ALT-SEKME
#5 kenar etkisi_kapak-alt sekme.jpg

Yeni Besteciler Serisi: Bestecilikten ÅžefliÄŸe Bir Yolculuk; Gregory Charette ile SöyleÅŸi

- ZEYNEP OKTAR -

Gregory Charette.png

Gregory Charette

 

Gregory Charette (d. 1987, Los Angeles) yeni müzik performansı ve tanıtımına odaklı bir ÅŸef ve programcıdır. 2011 Luzern Festival’de Pierre Boulez ile çalışmış olan Gregory, Hollanda Festivali John Cage 100. Yılı’nda ve, Oliver Knussen ve Colin Matthews ile yakın olarak çalıştıkları Aldeburgh Festivali GeliÅŸen Besteciler Programı’nda ÅŸeflik yaptı. 2012 Gaudeamus Festivali’nde, Etienne Siebens’ın ricasıyla kısa sürede dahil olarak, ASKO|Schönberg Ensemble ile ilk sahnesini gerçekleÅŸtirdi. Gregory, müzik lisans derecesini Lewis Nielson ile çalıştığı ve Helmut Lachenmann, David Lang ve Rebecca Saunders’ın “master-class”larına katıldığı Oberlin Müzik Konservatuarı’ndan aldı. The Hague Kraliyet Konservatuarı’nda ÅŸeflik eÄŸitimi almak için Hollanda’ya taşındı ve yüksek lisansını Dutch National Masters’dan Orkestra ÅžefliÄŸi üzerine aldı. Bu programda master-class’larda, provalarda ve performanslarda Hollanda bazlı profesyonel orkestralarla çalışma fırsatı yakaladı. Ensemble Contrechamps, Nieuw Ensemble, Noord Nederlands Orkest, Residentie Orkest ve Nederlands Philharmonisch Orkest ile konserlerde çalışmış olan Gregory, ÅŸu anda The Hague’da yaşıyor ve Conservatorium van Amsterdam’da misafir profesör olarak görev alıyor. 

Oerknal Ensemble.jpg

Oerknal Ensemble

 

Oerknal, yeni yaratıcı deneyimlere tutkuları ve müziÄŸin direkt, içgüdüsel bir tavır ile sunulması gerektiÄŸine olan inançları ile bir araya gelmiÅŸ, Hollanda’da yaÅŸayan uluslararası müzisyenlerden oluÅŸan bir kollektiftir. Oerknal Hollanda’da Bimhuis (Amsterdam), Gaudeamus Music Week (Utrecht), Soundsofmusic (Groningen) ve Korzo Theater (Den Haag) gibi birçok sahne ve festivalde performans sergiledi. Buna ek olarak, Delian Academy for New Music (Yunanistan) ve DAM Festival (Kosova)’da da uluslararası yerleÅŸik sanatçı programları ile festivallere katılım gösterdi. 2013’ten beri birçok bestecilerle ve disiplinler arası iÅŸbirlikleri yaparak, konser performansının farklı modelleri üzerine keÅŸifler yapmaya devam ediyor. Ä°lk albümleri “narrow numerous” 7 Mountain Records’dan 2018’de yayımlandı. 


 

Zeynep: Orkestra ÅŸefliÄŸine nasıl baÅŸladınız?  

 

Greg: Oberlin Konservatuarı’na bestecilik okumaya gittim. Oradayken birçok çalışma arkadaşım müzik yazıyor, besteliyordu ancak kimse ÅŸeflik yapmıyordu. Yaklaşık 13 yaşındayken bir proje yapmıştım, ellerimi nasıl sallayacağıma dair çok basit bir anlayışım vardı. Bu yüzden bütün çalışma arkadaÅŸlarımın parçalarını ben yönetmeye baÅŸladım, çünkü “gerçek” orkestra ÅŸefleri, orkestra iÅŸleriyle uÄŸraşıyordu. Ä°ÅŸte böyle baÅŸladım, ve sonrasında ÅŸefliÄŸin çekici özelliklerini keÅŸfettim. Çünkü parçaları yönetirken ani bir grafikleÅŸtirme gerçekleÅŸiyor ve hep insanlarla bir arada, müzik yapıyorsunuz. Bir yanda da iÅŸin kontrol yanı var. Süreci siz kontrol ediyorsunuz, hızı siz yönetiyorsunuz ve bu açıkçası çok çekici. Tüm bunların yanı sıra, bestecilik çalışmalarım sırasında, besteleme konusunda korkunç bir ÅŸekilde yavaÅŸtım, aklım orada deÄŸildi. Hala besteciliÄŸe dair, çok yavaÅŸ ve “manastır hayatına benzer” ve genellikle kendinizle kaldığınız bir süreç olduÄŸunu düÅŸünüyorum. Önünüzde beyaz bir sayfa var ve kararlar vermeniz, kendinizden ÅŸüphe etmeniz ve en sonunda epey ödüllendirici olsa da bu süreci baÅŸtan sona yaÅŸamanız gerekiyor. Ne kadar deneyim kazanırsanız, o kadar ritüel haline geliyor. Ama erken yirmili yaÅŸlarımda tek başına masa başında zaman geçirmek çok zordu. Tatmin edici deÄŸildi. Bir anlamda ÅŸeflik ilk baÅŸlarda bir uyuÅŸturucu gibiydi. Ä°nsanlarla anında müzik yapabiliyordum. Çok sosyal bir aktiviteydi, besteciliÄŸin tam tersiydi. Ama besteci olduÄŸum için, bu tür müzikler yapmayı bir nevi biliyordum. Ve iÅŸin içine girdim, ama bu tamamen fonksiyoneldi. Benim için ÅŸef olma hayali hiç yoktu. Ve bu noktada, konservatuardaki orkestra ÅŸefi bana geldi ve “Senin ÅŸeflik dersleri almanı istiyorum.” dedi, ben de “tamam” dedim. Åžeflikle ilgili hiçbir fikrim yoktu, bu yüzden nasıl farklı bir ÅŸekilde yönetileceÄŸini kendime öÄŸretmem gerekiyordu. Sonrasında Hollanda’ya baÅŸvurdum ve burada eÄŸitim almaya baÅŸladım. Hollanda’ya geldiÄŸimde 8 yaşından beri Brahms’ı kendileri yorumlayan öÄŸrencilerle tanışmak benim için sıradışıydı. Bu çok antika bir ÅŸeydi ve “bu benim idealim deÄŸil” diye düÅŸündüÄŸümü hatırlıyorum. Klasik müziÄŸin -herhangi tür bir müziÄŸin- yaÅŸayan bir ÅŸey olması gerektiÄŸini ve özellikle de daha eski müziklerin sanki modern müzikmiÅŸ, yeni yazılmış gibi çalınması gerektiÄŸini düÅŸünüyorum. Ä°nsanları ÅŸu an, yaÅŸadıkları yerde, yaÅŸadıkları ÅŸekilde etkilemeli. Bu yüzden 1930’lardan kalma gelenekler ve tavırlara karşı epey kuÅŸkuyla yaklaÅŸtım. Ama benim için Avrupa’da eÄŸitim almak iyiydi, çünkü bu gelenekleri öÄŸrenmek bir yandan benim için çok faydalıydı. GeçmiÅŸten öÄŸrenilecek ve ilham alınacak çok ÅŸey var, ancak zamana uygun veya yenilikçi hale getirilmediÄŸinde bir yenilikten ziyade egzersiz haline geliyor. Machaut gibi Orta ÇaÄŸ bestecilerinden her zaman ilham aldım. Benim için bu müzikte bu kadar ilham verici olan ÅŸey, bu müziÄŸi dinlediÄŸinizde karşılaÅŸtığınız seslerin büyük katedrali, melodiler ve kontrpuan. Onun nasıl yazdığını anladığınızda, önceden yazılmış Gregoryen Ä°lahileri alıyor ve süreci üzerine tekrarlıyor (cantus firmus). Yenileme derken bundan bahsediyorum. GeçmiÅŸi istediÄŸiniz gibi alıyorsunuz, yazılı olabilir, veya bir fikri, bir form fikrini, yapısal bir fikri, ve bunu siz yapıyorsunuz. O müziÄŸi 2021’de dinlediÄŸimde inanılmaz bir ÅŸey gibi hissettiriyor, ve sadece Tchaikovsky veya Beethoven’ı farklı bir ÅŸekilde çalmak gibi deÄŸil. Hangi mekanda çaldığınıza, izleyici olarak kimleri içeri aldığınıza, izleyicilerin gelip izleyebilmesi için finansal olarak ne kadar kolaylaÅŸtırdığınıza da baÄŸlı. Demeye çalıştığım, müziÄŸi daha eriÅŸilebilir ve sosyal olarak entegre yapabilmenizin bir çok yolu var. Bunun yanında yorumlama ve sunmada da belli bir farklılık yaratmak. Bence bu müziÄŸe tam oturuyor. Mesela, Beethoven’ın Üçüncü Senfoni’si Eroica’yı düÅŸündüÄŸünüzde, ki bu parça devrimle ilgilidir, Napolyon’un yönetimi devralışı ve Avrupa’daki tüm monarÅŸiye son veriÅŸi ve bu insanları parçalayışı ile ilgilidir. Ve sonrasında Napolyon kendini Ä°mparator ilan etti, Beethoven eline bir bıçak aldı, Napolyon ismini karaladı. Ve hala, her konsere gidiÅŸimde ve bu parçayı duyuÅŸumda, parça nazikçe çalınıyor. Bu parçanın yüzünüze çarpması gerekir. Ve bu, orada, müziÄŸin içindedir. DijitalleÅŸmiÅŸ bir zamanda yaşıyoruz, etrafımızda çok fazla bilgi var, çok fazla zamanımızı alan uyaran mevcut. Belki de, modern bir insanın yüzüne bir tokat indirmek, 1803’te olduÄŸundan daha fazlasını gerektiriyordur. Ve belki de, tek forte yerine, dört forte olmasına ihtiyaç vardır, veya iki katı büyüklükte bir orkestra, veya izleyicinin duyabilmesi için sahnede olması gerekiyordur. Beethoven’ın o parçada yapmak istediÄŸi en temel ÅŸey, pencerenin dışından gelen bir top mermisine eÅŸdeÄŸer bir his yaratmaktı ve önemli olan tek ÅŸey, dinleyen kiÅŸi için gerçekten pencereden hışımla geçen bir top mermisi gibi duyulup duyulmadığı. Günümüzde yorumlayanların mekansal bilgileri gerçekten dikkate aldıklarını sanmıyorum. 

 

O zamandan beri, klasik geleneÄŸin bu konusu etrafında geziniyoruz. Biz nerede performe edilmek istiyoruz? Ne yapıyoruz? Nedir bu klasik, modern klasik? Çünkü benim için, bu dünyada olan herkesin bir ayağının içeride ve bir ayağının dışarıda olduÄŸunu düÅŸünüyorum, hepimiz farklı müzik türlerinde deneyimliyiz. DiÄŸer müzik türlerini de çok seviyoruz. Onlar hakkında epey bilgiye sahibiz. DiÄŸer mekanlara ve farklı dinleyici türleri ile etkileÅŸime karşı büyük bir ilgimiz var. ÖrneÄŸin, Oerknal ile hem geleneksel hem de geleneksel olmayan mekanlarda çalıyoruz. Bunun biraz tuhaf olduÄŸunu söylemeliyim, çünkü aynı programı çalıyoruz ve izleyicilerle çok farklı etkileÅŸimler yakalıyoruz. Genel olarak kabul görmüÅŸ bir klasik izleyici davranış biçimi var. Ä°zleyiciler, sevseler de sevmeseler de aynı davranırlar. Parçanın sonunda alkışlarlar. Ve bu tepki aslında çok kibar, antiseptik bir tepki ve bazen çok iyi reaksiyonlar aldığınız da olur. Ancak bu sadece belli bir ÅŸey özelindedir. Bunun hakkında izleyiciyle konuÅŸtuÄŸunuzda onlar için kafa karıştırıcı olabildiÄŸini görebilirsiniz. Amsterdam’da bir caz mekanında çaldığımız zamanı hatırlıyorum, bir caz triosu ile, füzyon yapmak istemediÄŸimiz için, yan yana çalmıştık. Sadece bir “yan yanalık” yaratmak istemiÅŸtik. Caz triosu kendi parçalarını çalacaktı ve biz sahnede olacaktık. Sonra biz kendi parçalarımızı çalacaktık ve onlar sahnede olacaktı; ve en sonunda bir araya gelerek bir nevi birlikte yarattığımız bir özgür parça çalacaktık. Bütün bu zamanda konserde, grupların birleÅŸme beklentisi giderek artıyordu; ama izleyici için sadece tuhafça farklı ama bir ÅŸekilde ilintili mutfaklardan bir tadım menüsü olmasını istemiÅŸtik. Ä°zleyicilerimizin parçaların ortalarında alkışlaması harikaydı, ve algıları konusunda epey dürüst olduklarını düÅŸünüyorum. Yani örneÄŸin biz bir parça çalarken beÄŸenmezlerse, kibar bir alkış yerine, performans sırasında aralarında konuÅŸuyorlardı. Ama çaldığımız parça ilgilerini çektiÄŸinde, gerçekten oradaydılar. Ve bu etkileÅŸimin dürüstlüÄŸü, bizim yaptığımız ÅŸeyin en temel noktasına çok daha yakın. Ä°nsanlarla, iletiÅŸim kuran bir topluluk inÅŸa ederken ifadenin, tepkinin iletiÅŸim kurmak için kullanılabilecek bir araç olduÄŸunu anlıyoruz ve her ifade formunu kabul ediyoruz. Bu demek deÄŸildir ki, mesela, bir estetiÄŸi beÄŸenmekle ilgili yalan söylemeliyiz. Ben bir estetiÄŸi ve bu estetiÄŸe karşı oluÅŸan ifadeyi dinlemek istiyorum, ve bu ifadelerle etkileÅŸime dahil olmak insanlık için çok temel bir ÅŸey. Ve en iyisi de, bu ifade kibar olmak zorunda deÄŸil. Ä°fade çok yoÄŸun. Ezici bir ÅŸekilde neÅŸeli, veya ezici bir ÅŸekilde ilham verici, çok üzücü veya aradaki her duyguyu içeren ÅŸekilde olabilir; ama hiçbir zaman izleyicinin kibar bir tepki vermesini istemem. Ä°zleyicilerin aşırı kibar tepkisi, bir performansçı olarak benim için, her zaman çok kötü bir iÅŸarettir, sanki bir ÅŸeyler iyi gitmemiÅŸ gibi.

 

Zeynep: Sohbetimizin baÅŸlarında 80'ler ve 90'lar kuÅŸaklarının her yerden ilham alan kuÅŸaklar olduÄŸundan bahsediyorduk. Sorum ÅŸu ki, rock veya onun etrafındaki türler ile çaÄŸdaÅŸ klasik müzik arasında bir baÄŸlantı var mı? Mesela Zappa bunun için güzel bir örnek olabilir.

 

Greg: Evet, Zappa bire bir örnek. Bir röportajında "Yaptığım tüm bu pop iÅŸlerini sadece çaÄŸdaÅŸ iÅŸleri yapacak param olsun diye yapıyorum" gibi bir ÅŸey söylemiÅŸti. Tabii pop iÅŸlerini dinlersek onları da çok ciddiye aldığını görürüz. Bence çok fazla besteci var ve bu noktada her besteci kendi türü. Bana göre, ne zaman farklı bestecilerden bir notasyon alsam, önce estetiklerini anlamam gerekiyor, çünkü hepsi çok farklı. Janrlara gruplamak yardımcı olabilir. Her ÅŸeyin etkisini ÅŸimdi her zamankinden daha fazla gördüÄŸümüzü düÅŸünüyorum. Çünkü bence artık etkileÅŸimden kaçamayacağımız bir zamanda yaşıyoruz. Ve bir besteci olarak, onları görmezden gelmeye çalışırsan ölürsün. Bu yüzden seni neyin etkilediÄŸini kabul etmeli ve bununla nasıl baÅŸa çıkacağını bulmalısın. 

 

Daha çok elektronik, drone müzik ile ilgilenen birçok besteci tanıyorum. Bir çeÅŸit Neo-Zappa akımı var, birçok amplifiye ÅŸeyler yapan insanlar, bir sürü ritmik yapıların önde olduÄŸu besteler, elektro gitar, davul setleri gibi belirli enstrümanları içeriyorlar. Ve elbette, serbest caz, serbest doÄŸaçlama var. Bir de 2021'de Wagner-vari ÅŸeyler yapan, Neo romantikler gibi tuhaf insanlar var. Çok, çok tuhaf buluyorum. Benim kuÅŸağımdan pek çok insan tanıyorum, genellikle orkestra sipariÅŸlerini alıyorlar ve Wagner-vari melodiler yazıyorlar, bu sadece çılgınlık. ÖrneÄŸin, 22 yaşındasınız ve 1863'ten kalma bir Alman gibi yazıyorsunuz. Ama bence popüler müziÄŸin 60'lardan bu yana giderek artan bir etkiye sahip olduÄŸu inkar edilemez. 60'lı yıllardan itibaren var olmaya baÅŸlayan çaÄŸdaÅŸ müzik grupları veya kurumsallaÅŸan küçük grupları deÄŸerlendirmeye baÅŸladığınızda. Kiminle konuÅŸtuÄŸuna baÄŸlı olarak, kendilerini biraz grup olarak düÅŸünüyorlar, deÄŸil mi? Bence biz Oerknal olarak kendimizi de bir grup olarak görüyoruz. Bir oda orkestrası gibi olmak istemiyoruz, aslında sadece çalmak istiyoruz. Sadece çaldığımız ÅŸey farklı bir beceri seti istiyor. Yaptığımız bu caz programında pek çok klasik müzisyenin notalara bu kadar baÄŸlı olması gerçeÄŸiyle ilgili çok konuÅŸtuk. Önümüzde notalara ihtiyacımız var ve birçok klasik müzisyen doÄŸaçlama deneyimine sahip olmadığı için, notalar gidince hemen çok korkarlar, gerçekten ne yapacaklarını bilemezler. Ama bir caz müzisyeni ya da rock müzisyeni için bu çok doÄŸal, çünkü böyle müzik yapıyorlar. Bir ÅŸey inÅŸa etme sürecinin tamamı biraz daha rahat ve iÅŸbirlikçi. Bir grup provasındaysanız, “Aaa, ÅŸu akoru oraya koysak, hadi deneyelim” diyebilirsiniz, bu yüzden daha çok “dene ve gör” ÅŸeklinde olur ve gerçekten toplumsal olarak bir ÅŸeyler ÅŸekillendirirsiniz. Bu gerçekten sevdiÄŸim bir ÅŸey ve bunu iÅŸimde kullanmaya çalışıyorum, bunu özellikle bestecilerle çalışırken deniyorum ve genellikle, bir orkestra ÅŸefi olarak, yeni bir müzikle karşılaÅŸtığınızda her zaman aleyhinize olan ÅŸey, yapmak için yeterli zamanın olmamasıdır. Her zaman olması gerekenden daha az prova zamanınız olur. Bu nedenle, her zaman çok hızlı çalışmak ile, besteciye bu süreçte bir ÅŸeyleri deÄŸiÅŸtirebileceklerini ve düzenleyebileceklerini hissettiÄŸi güvenli bir alan saÄŸlamak arasında bir mücadele vardır. Çünkü bu benim için en anlamlı ÅŸey. Ve bu aynı zamanda kötü bir ÅŸey olarak da düÅŸünülmemelidir. Bazen bestecilerin "Ah, yapamam, bundan hoÅŸlanmadım" derlerse herkes kötü bir besteci olduklarını düÅŸünecekler gibi hissediyorlar. Aslında tam tersi. Bence her ÅŸey ortak olmalı. Ve sadece bestecinin eseri deÄŸil, aynı zamanda çalan topluluÄŸun eseridir ve tabii ki, müziklere tamamen saygılıyız. Ama ben sadece bir rock ya da caz grubunun provada sahip olacağı enerjiden biraz olsun istiyorum. Anda bir ÅŸey seçme özgürlüÄŸü gibi, bence gerçekten özel bir ÅŸey.

 

Zeynep: Oerknal Ensemble'da yollarınız nasıl kesişti? Dışarıdan bakıldığında bir aile gibisiniz.

 

Greg: Birbirimizi çok önemsiyoruz. Bize bir topluluk olduÄŸumuz söylendi ve bence bunda doÄŸru bir ÅŸey var. Lahey'deki Konservatuar'da, en azından kurucu üyeler olarak hepimiz aÅŸağı yukarı aynı anda okuyorduk. Bu, bir ya da iki yıl içinde ekonomik krizin yaÅŸandığı yıldı. Ve Hollanda'da bütün bu bütçe kesintileri oldu. Ve iki yıl içinde en iyi finans modellerinden birine sahip olmaktan en kötü modellerden birine sahip olma noktasına geldi. Ä°ki yılda üç orkestrayı tamamen dağıttılar, klasik müzik endüstrisinde sayısız insan iÅŸini kaybetti ve bunun için para yoktu. Bunun bir grup baÅŸlatmak için mükemmel bir zaman olduÄŸunu düÅŸündük. Bu gerçekten ancak gençken verebileceÄŸiniz türden bir karar, çünkü içinde çok fazla idealizm ve çok fazla saçmalık var. Ama bu önemliydi, çünkü bence iÅŸlevden çok idealizme dayanan bu kararı vermek, ÅŸu anda hala var olmamızın nedeni. Çünkü bence grubun amacı para kazanmak ya da baÅŸka bir ÅŸey olsaydı, uzun zaman önce dururduk. Ve bu grubun misyonuyla ilgili bir tür gerçek kaygı var. Bu grubu kurmaya karar verdiÄŸimizi hatırlıyorum, o zamanlar birkaç farklı üyemiz vardı. Ama çekirdek kadro Daniel Boeke, Susanne Peters, Mariana Hutchinson Siemers, piyanistimiz Daniel Walden ve ben oradaydık. Ve bu grubu kurmaya karar verdik, sevdiÄŸimiz ÅŸeyi yapmak istiyoruz ve bunu garip mekanlarda yapmak istiyoruz. Ve insanların gelip gelmeyeceÄŸini görmek istiyoruz. Ve ilk programımız, ÅŸimdiye kadarki en pahalı program olmalı, bir tür toplantı yaptık ve gerçekten yapmak istediÄŸimiz parçalar neler dedik. Ve “Radikaller Diyarı” adlı bir parça seçtik. Çünkü radikalizmin ne olduÄŸu, bu kadar uçlarda olan ve sadece yapmak istediklerini yapan bu insanlar hakkında bir konuÅŸma yaptık. Böylece elimizde Berlin'de yaÅŸayan Amerikalı bir bestecinin bir parçası vardı. Adı Mark Barden. Amplifiye edilmiÅŸ üç eÄŸitimsiz erkek sesi için. Yeni kompleksite (new complexity) diyebileceÄŸiniz bir eser. Grup olarak ilk defa böyle bir ÅŸey yaptık. Sonra Harry Parch'ın "Barstow" adlı parçasını yaptık. Ralph Shapey'den çılgın bir parça yaptık. Kesinlikle tavizsiz biri olduÄŸu için kimsenin bilmediÄŸi Amerikalı bir besteciydi. 20 dakika boyunca üç forte, en yüksek perdeden yazdığı bir parça. Ardından John Zorn'un “Chimeras” adlı eseriyle noktaladık. Sonra Feldman'a ve çok daha farklı türde bir radikalizme girdik, daha uzun süre devam ettirme, aşırı dikkat ve neredeyse ritüel benzeri bir fikir. Sanırım hepimiz ritüele çok daha fazla ilgi duymaya baÅŸladık. Sonra büyük bir Feldman serisi yaptık. Lahey'de harika bir mekan tarafından programlandık. Konser öncesi tüm Feldman yapılarını çalmaları için konservatuardan öÄŸrenciler aldık. Seyirciler için çılgıncaydı, çünkü 45 dakikalık Feldman'ın olduÄŸu bu ön konseri görmeye geldiler. Sonra hep birlikte yemek yedik ve konuÅŸtuk. Alandaki tüm sandalyeleri çıkardık ve birkaç puf, birkaç sandalye ve minder koyduk. Ä°nsanlar sadece oturup izleyebildiler. Etrafta dolaÅŸabilirler, her ÅŸeyi yapabilirler, çıkıp geri gelebilirler, barı açık tuttuk. Gidip bir ÅŸeyler içebilirler, geri gelebilirler, çünkü aralıksız üç buçuk saat sürecekti.

 

Zeynep: Aslında yaptığınız yarışmadan bahsetmek istedim, Priştine'deki Balkan Besteciler Yarışması (Balkan Composers Competition in Pristina). Bu fikir nereden geldi ve bunu her yıl yapıyor musunuz? Arkasındaki hikaye nedir?

 

Greg: Bir süre Kosova'da orkestrayla çalıştım. Kosova'da DAM festivali adlı bir festivalin sanat yönetmeni, orkestranın yapımcısı ile oldukça yakındık. Hemen anlaÅŸtık. Her zaman inisiyatif yaratmaya çalışıyor ve ben de inisiyatif yaratmaya çalışıyorum. “Neden Balkan bölgesindeki bestecilerin tanışabileceÄŸi, eserlerinin çalınabileceÄŸi ve kendi jenerasyonundan baÅŸka bestecilerle tanışabileceÄŸi bir açık çaÄŸrı yapmıyoruz?” diye düÅŸündük. Önce “bir deneyelim” dedik çünkü felakete çevrilebilecek pek çok ÅŸey vardı. Ä°lk seçmeleri yaptık ve büyük bir ÅŸikayetimiz, bunun “Balkan bestecileri” etkinliÄŸi olması ve Balkanların yarısını dışarıda bırakıyor olmasıydı. Bu yüzden metni deÄŸiÅŸtirip “Balkanlar” yerine “AB üyesi olmayan altı ülke” demek zorunda kaldık. Ama sonuçta inanılmazdı, bunu iki yılda bir yapmayı umuyoruz. Ä°deal olarak bestecilerin PriÅŸtine'ye seyahat edip performans öÄŸrencileriyle çalışması var. Ayrıca Bosna ve Sırbistan’daki konservatuarlardan performans öÄŸrencileri getirmeyi umuyoruz... Besteciler için bu harika, herkes gelmek istiyor. Bu yıl bunu çevrimiçi yapmak zorundayız. Suzanna ile yeniden yapıyoruz, onun için solo eserler yazıyorlar ve onlarla Zoom üzerinde oldukça yoÄŸun çalışıyor, profesyonel bir video ve ses kaydı yapacak. Artık ilkinde sahip olmadığımız uluslararası bir jürimiz var. Ülkeler açısından büyük bir çeÅŸitliliÄŸe sahibiz ki bu harika. Ä°deal olan, herkesin ikamet edeceÄŸi ve sürekli iÅŸbirliÄŸi içinde olacağı iki hafta sürecek bir “yeni müzik akademisi” yaratmak. Nihai hedefimiz, Hollanda’da bir kurum ile temasa geçip, buradaki konservatuarı da iÅŸin içine katmak.

 

Zeynep: ÅžefliÄŸi bir bütün olarak nasıl düÅŸünüyorsun? Bir insanı birlikte çalıştığı orkestraya/topluluÄŸa baÄŸlı hissettiren bileÅŸenler nelerdir? Bir ÅŸefi hangi özellikleri iyi bir ÅŸef yapar?

 

Greg: Sözsüz bir iletiÅŸim olmalıdır. Bence teknik ve zanaat açısından en iyi ÅŸefler, ihtiyaç duyduklarında çıkarabilecekleri bir dizi fiziksel hareket tasarlarlar. En sevdiÄŸim ÅŸefler, oldukça rahat olabilenlerdir çünkü rahat olduÄŸunuzda daha az gergin olursunuz ve daha doÄŸal ÅŸeyler yapabilirsiniz. Bazı ÅŸeyleri daha fazla kontrol etmen gerektiÄŸini hissettiÄŸinde bazen kendini sıkıyorsun, daha teknik oluyorsun ve bu sorun deÄŸil, ama biraz geri adım attığınızda gerçekten özel ÅŸeyler oluyor. Bence hayran olduÄŸum orkestra ÅŸefleri notasyon yapısını iyi bir ÅŸekilde inceleyebilenler. Bir ÅŸekilde sözel olmayan bir ÅŸekilde iletiÅŸim kurmanız gerekiyor ve her bölümün ne zaman, nasıl baÅŸladığını, bunu nasıl yöneteceÄŸinizi bilmeniz gerekiyor. ÇaÄŸdaÅŸ müzikte bestecilerin çoÄŸu zaman istedikleri bir dokuya, bir tekniÄŸe, bir tür “sound”a, hangi aralıkların akortlu olması gerekip gerekmediÄŸi fikrine sahipler. Bu yüzden en sevdiÄŸim ÅŸeflerin inanılmaz bir yapı anlayışı var. Yapıyı hareketleriyle iletmenin iyi bir yolunu biliyorlar ve provada enstrümanistlerin yapı için prova yaptıklarını bilmelerine izin vermeden yapı için bir prova yapıyorlar. O noktada olan pek çok insan tanımıyorum, ama o noktada olanların çok azında bu sihirli ses çıkarma yeteneÄŸi var. Leonard Bernstein, Charles Munch kesinlikle bu noktadalar... Charles Munch Boston Senfonisi’ni yönetirdi ve bir hafta boyunca belirli bir ÅŸekilde prova yapıp, konserde her ÅŸeyi tamamen farklı yaptığına dair hikayeler var. Bunları görmek inanılmaz. Orkestradan aldığı ses inanılmaz çünkü neler olduÄŸu hakkında hiçbir fikirleri yok. Gerçekten önemli olduÄŸunu düÅŸündüÄŸüm son ÅŸey, önlerindeki müzisyenler ile empati kurmak ve psikolojik olarak onları daha iyi bir yere getirmenin en iyi yolunun ne olduÄŸunu anlamak; çünkü bir orkestra ÅŸefi olarak her zaman, zamanı verimli kullanmalısın. Zamanı verimli kullanmanın bir parçası da bir ÅŸeylerin neden yanlış gittiÄŸi konusunda empati kurabilmek olduÄŸunu anlamaya baÅŸlıyorum. Daha gençken, zamanı verimli kullanmanın yolunun sadece çalışmak olduÄŸunu düÅŸünürdüm ama ÅŸimdi anlıyorum ki baÅŸka bir ÅŸeye geçmek ve daha sonra geri gelmek de zaman açısından verimli olabilir ya da o ÅŸeyin kendisini prova etmek yerine onu tekrarlamak etkili olabilir. Bu çalışılan pasajın, bölümün dışında ya da etrafında bir ÅŸey de olabilir. Sadece açık olmak ve duruma karşı sürekli empatik olmak en önemlisi.

 

Zeynep: “Sonik Meditasyonlar”ı ne sıklıkla gerçekleÅŸtiriyorsunuz? Genel olarak nasıl geçiyor?

 

Greg: Pandeminin ilk yazı olan geçen Haziran'dan beri bunu aylık olarak yapıyoruz diyebilirim. Christian dışında hiçbirimizin meditasyon deneyimi yoktu ve bunu yapmamızın asıl nedeni, bunu açık havada yapabilmemizdi ve bu, etrafımızdaki “doÄŸal” dünyaya sahipken bunu yapmamız için bizi cesaretlendirdi. Benim için gerçekten çok anlamlıydı. Pauline Oliveros’un “Sonik Meditasyonlar” koleksiyonunun tamamını yapmadık ama özellikle ilki olan “Kendine Uçmayı ÖÄŸret”e odaklandık ve bence hala en iyisi bu. Birisine bir kavram ve bu tür ÅŸeyleri telepatik olarak iletmeniz gereken bir yer var. Benim için bunları grup içinde sadece performansçılarla yapmak gerçekten anlamlıydı çünkü bize gerçekten iÅŸlevsel olmayan bir ÅŸekilde birbirimizi dinlemeyi öÄŸretti. Yani genellikle sessiz iyi oda müzisyenleriyiz ama her zaman bir niyetle veya notasyon okumak zorundayız ve bu parçalarla en az 30 dakika ila bir saat bir araya geliyorsunuz, orada oturuyorsunuz, bir ÅŸeyler yapıyorsunuz. Bazen hiçbir ÅŸey yapmıyorsunuz, 20 dakika boyunca etrafınızdakileri dinliyorsunuz ve mırıldanmaya baÅŸlıyorsunuz ve birine çok ince ÅŸekillerde nasıl tepki vereceÄŸinizi öÄŸreniyorsunuz; etrafınızdakileri dinlemek ve içinizdekileri dinlemek... Sonra bunu seyircilerle yapmaya baÅŸladık - bu da çok ilginç ama insanları yönlendirmek zor. Haziran'da Amsterdam'da büyük bir performansımız oldu ve çok iyi geçti. Ancak müdahale etmeden seyirciyi yönlendirmek zordur çünkü meditasyonun amacı, onun organik olarak olmasına izin vermektir. Öte yandan, seyircinizin olması ve onların oynaması da yapay bir kurgudur. Yani bunlar çok iyi performanslardı, ama belki de o parçaların özünü oluÅŸturmuyorlardı. Çünkü bence bu parçalar gerçekten ses çıkaran ve meditasyon yapan bir insan topluluÄŸu oluÅŸturmakla ilgili. Bu yapıları grupla yaparken, Pauline Oliveros'un yazma ve konuÅŸma ÅŸekli, zihinsel ve fiziksel saÄŸlık ve insanlar arasında baÄŸlar kurmakla ilgili olduÄŸunu hissettim. Müzikal düzeyde, bunu yıllarca yaparsanız, dinleme yeteneÄŸinizi geliÅŸtireceÄŸini hayal edebiliyorum. Çünkü etrafınızdaki her ÅŸeyi çok yoÄŸun bir ÅŸekilde dinliyorsunuz.

Gregory Charette.jpeg
Zeynep Oktar
Merve Kavas

Sonbahar/Kış

- MERVE KAVAS -

sonbahar_kış.jpg
Yayın Kurulu Öneriyor

Yayın Kurulu Öneriyor:

- SEKME EKÄ°BÄ° -

yeÅŸim: 

​

Yenilerden bir öneri deÄŸil aslında, her sonbahardan kışa doÄŸru giderken aklıma düÅŸen bir ÅŸarkıyı bu havalara çok yakıştığı için tekrar hatırlatmak isterim; Sıcak memleketten çıkan bir gruptan bir kış ÅŸarkısı Balmorhea - Remembrance

​

merve: 

​

Dr. Michael Sugrue'nun Youtube kanalındaki felsefe derslerini dinlemek, alanına büyük tutku ve sevgiyle yaklaÅŸması sebebiyle oldukça keyifli. Özellikle Marcus Aurelius'un "Meditations" eseri üzerine düÅŸüncelerini paylaÅŸtığı video Stoa felsefesine giriÅŸ yapmak için iyi bir baÅŸlangıç olabilir. 

​

bottom of page