- Özeren Gökçe -
Zamansız Dinleti
Yeni Sesler Eşliğinde Bir Kaçış, Yeni Bir Sekme
- ŞEYMA TAŞEL -
Sekme Yayın Kurulu Adına
Sonbaharın gelişiyle şehrin değişen ve mevsimler ötesinde aynı kalan sesleri, bir geri dönüş ve başlangıç noktası olduğunu her döngüsünde hatırlatan Eylül, bir vakittir ertelenmiş veya yeni buluşmaları sarmalayan merak etrafımızda dolaşırken ortalıklara çıkıyor Sekme’nin yeni sayısı. Kulak verme, seslerin kaydını tutma ve varlığını duyusal kanallar üzerinden ortaya koyma eylemlerini ortak bir “kaçış noktası” olarak belirleyen bir topluluk olarak, her yeni sayının yayın sürecinde kaçış rotamıza dair parçalar buluyoruz. Her yeni Sekme’nin merceği, bizi bir araya getiren “kaybolmuş ve tekil” hallerimizden uzaklaştırıyor ve önümüzdeki yolların bulanıklığını temizliyor. Yeni oyun arkadaşlarımızın deneylerine eşlik ediyoruz.
Yayın kurulu olarak dördüncü sayımız “Etik Dinleme”yi de bu şekilde deneyimledik. Bu sebeple, üretime alan açmak, beraber üretmek gayesinde olduğumuz ve topluluğumuza dahil olan içerik üreticilerine, en çok da okurları olarak teşekkür ediyoruz. Kişisel bir seviyede çokça düşündüğüm bir diğer mevzu da bu sayının, birbirine duyulan merakın peşinde ortak ve ayrık birçok merakı keşfederek dinleme ve dinletme deneyini, senelerce bir kabin içerisinde ama her zaman mekansal sınırlamaların dışında yapma şansı bulduğum sevgili Suzi’nin editörlüğünden çıkmış olması. Dolayısıyla ona son birkaç ayın ötesinden gelen rastlaşmamızın, merakımızın ve hikayemizin en başına uzanan bir teşekkür uzatıyorum.
Her daim yeni seslere duyduğumuz merakla ve birbirimize kulak verecek olmanın heyecanıyla, 25 Eylül’de ilk “Sekme Buluşmacası”nda fugamundi evi’nde görüşmek üzere!
Yeni Sesler Eşliğinde Bir Kaçış,
Yeni Bir Sekme
- ŞEYMA TAŞEL -
Sonbaharın gelişiyle şehrin değişen ve mevsimler ötesinde aynı kalan sesleri, bir geri dönüş ve başlangıç noktası olduğunu her döngüsünde hatırlatan Eylül, bir vakittir ertelenmiş veya yeni buluşmaları sarmalayan merak etrafımızda dolaşırken ortalıklara çıkıyor Sekme’nin yeni sayısı. Kulak verme, seslerin kaydını tutma ve varlığını duyusal kanallar üzerinden ortaya koyma eylemlerini ortak bir “kaçış noktası” olarak belirleyen bir topluluk olarak, her yeni sayının yayın sürecinde kaçış rotamıza dair parçalar buluyoruz. Her yeni Sekme’nin merceği, bizi bir araya getiren “kaybolmuş ve tekil” hallerimizden uzaklaştırıyor ve önümüzdeki yolların bulanıklığını temizliyor. Yeni oyun arkadaşlarımızın deneylerine eşlik ediyoruz.
Yayın kurulu olarak dördüncü sayımız “Etik Dinleme”yi de bu şekilde deneyimledik. Bu sebeple, üretime alan açmak, beraber üretmek gayesinde olduğumuz ve topluluğumuza dahil olan içerik üreticilerine, en çok da okurları olarak teşekkür ediyoruz. Kişisel bir seviyede çokça düşündüğüm bir diğer mevzu da bu sayının, birbirine duyulan merakın peşinde ortak ve ayrık birçok merakı keşfederek dinleme ve dinletme deneyini, senelerce bir kabin içerisinde ama her zaman mekansal sınırlamaların dışında yapma şansı bulduğum sevgili Suzi’nin editörlüğünden çıkmış olması. Dolayısıyla ona son birkaç ayın ötesinden gelen rastlaşmamızın, merakımızın ve hikayemizin en başına uzanan bir teşekkür uzatıyorum.
Her daim yeni seslere duyduğumuz merakla ve birbirimize kulak verecek olmanın heyecanıyla, 25 Eylül’de ilk “Sekme Buluşmacası”nda fugamundi evi’nde görüşmek üzere!
Sekme Yayın Kurulu Adına
Editörden
- SUZİ ASA -
Donna Haraway’in seçme yazılarının olduğu Başka Yer (2010) kitabında da izi sürülebileceği üzere Haraway, düşünsel yolculuğunda sürekli “cömert bir kuşkuyla” duyusal bir tanık olma kabiliyetinin nasıl geliştirilebileceği üzerine düşünür durur. Onun bu incelikli kaygısı geçtiğimiz mayıs ayından beri önce bir süreliğine kendi dünyamda, ardından bu sayıyı doğuran içerik üreticileriyle etik dinleme ve merak duygusunu merkeze alan sorular üretmeye sebep oldu. Bu süreçte merak duygusunu bütün canlılığı ve taşkınlığıyla ortaya koyunca etrafına onu çerçevelemesini kıymetli bulduğum etik olanın nasıl yerleşebileceği üzerine düşünmeye başladım. Etikle merakın birbirlerinden azade olamayacağını düşünürken, merak duygusunun bazen tahakküm sahibi bir özneden taşan bir duyguya da dönüşebilme tehlikesini de akılda tutmam gerektiğini düşünüyordum. İçerik üreticilerime ulaşırken zihnimde şunlar dönüyordu: Sömürmeyen ve sessizleştirmeyen etik dinleme kanalları açmak günümüz toplumları için ne kadar mümkün? Egemen bakışın ve onun muktedir sesinin buyurduğu yönden gitmeyen, yaşamın birçok alanında tanık olduğumuz (örtük olanlar da dahil) şiddetlere sağırlaşmayan, fakat bir yandan da canlılığını yitirmeyen bir merak duygusu geliştirmek mümkün olur mu?
Tüm içerik üreticileri kendi üretim yolculuklarında etik dinlemenin türlü yollarından bahsederken üretimlerinde de etik kararlar alarak yol almanın nizamını da sorguladılar sanki. Fulden’in SPoD LGBTİ+ Danışma Hattında çalışan Deniz’lerin seslerini duyururken onların sesini kısmadan ama kimliklerini de açık etmeden aktarmanın yolunu kurması, Nursev’in AR enstalasyonlarını okuyucuların ‘evlerine’ dahil etmenin yolunu ararken türlü müdahale yollarından kaçınarak yol alması ya da Evrim’in metninde cömertçe bıraktığı sessiz boşlukları bence bu sorgulamaya iyi örnekler niteliğindeydiler. Bunun yanı sıra Eli’nin şiddetli bir gürültüyle dikilen teknofalluslarının paralelinde, Arek’in sesin ‘seyyal ve eklemlenen’ doğasıyla alternatif bilgi üretim ağlarının nasıl kurulabileceğine dair soruları bana göre benzer rotaların farklı yollardan izlerini sürüyordu. Burcu’nun Gaziosmanpaşa’daki Sarıgöl mahallesinin Roman müzisyenleriyle bezeli yolları arasındaki gezisi, Çisel ve Ozan’ın sabit bir mekâna çakılı olmayan ama bir o kadar da mekânlara yaslanan mahallelerin çok dilli gürültülerinden oluşan içerikleri farklı metodolojik yolları düşünmeye davet ediyorlardı. Pınar’ın özen ve bakım etiği düşlemi ve Berfin’in feminist sinemanın sınırlarını sesli olanaklarla genişletme tahayyülü ortak bir kaynaktan kuvvet alıyor gibiydiler. Ve Özeren’in bu yazın yangınlarının seslerinden ürettiği, sesin ve görüntünün birbirini kaçınılmaz olarak sekteye uğrattığı kapağımızla açılan sayımız, Asuman’ın naif göründüğü kadar düşündüren ‘duyduğuna inanma canavarı’yla kapandı. Şimdi, burada birbirine örülü gibi tariflemiş olsam da tüm bu açılan ve böylece duyurulan sesli olanakları tartışan üreticiler ve üretimleri biricik. Yine de bir araya gelişleri benim için (ve umarım sizler için) bir hediye niteliğinde.
Bana öyle geliyor ki, etik bir dinleme uğraşı vermek ötekinin zamanını dinlemekle ilişkili bir eylem. Öteki bazen susturulan bir dil, bazen ikili cinsiyet sistemi dışında kalan bir özne ya da bazen insan dışı bir tür. İçinden geçtiğimiz bu zamanlarda biraz ötekinin dünyasını görebilme gözlükleri edinmek ve belki bunun için yeni sözlük icatlarına girişmek adına alternatif akustik konumlara ihtiyaç duyduğumuza inanıyorum. Cömert bir dinleme uğraşı veren herkese, bu sayıyı benimle doğuran çok kıymetli üreticilere ve bu uçsuz bucaksız alanı açan sekme ekibine çok teşekkürler…
Suzi
Duyulanın Ötesine Yolculuk
- ÇİSEL KARACEBE & OZAN ÖZVATAN -
Çisel Karacabe
Bu metin 2018-2021 yılları arasında biriktirdiğim seslerle kurguladığım bir anı arşivinin içinden seçilen seslerin bana hatırlattıklarından yola çıkarak kendi kulaklarımla yaptığım bir karşılaşma ve yeniden kulak verme sürecini içermekte. Bu sesler ve hatırlattıkları benim anılarım olduğu kadar – ve belki de ötesinde- başkalarının da anıları; ancak sesin çok yönlü yapısı gereği ses yalnızca kaynağı ile değil sesi duyan kulaklarla da oldukça yoğun bir temas içinde. Bu nedenle sesler, kollarını açarak beklemeyi “tercih eden” kulakların beklenmedik bir misafiri haline gelebiliyor.
Dinlediğiniz seslerin hiçbiri kaynağından izin alınarak kaydedilmedi, kimi zaman yalnızca bir sese odaklanarak kayıt aldığımı düşünsem de kaydı tekrar dinlediğimde aslında arka planda kulak ardı ettiğim pek çok sesin olduğunu fark ettim. Kaydı aldığım anda peşine düştüğüm sesin izinde gitsem de sonraki dinlemelerde başka seslerle yaşadığım karşılaşmalar oldukça heyecan vericiydi. Hatta kimi kayıtlarda bu beklenmedik sesler hiç de hak etmedikleri şekilde kaydın peşine düştüğü ses sonlandığı için yarıda kesiliyor ve bu durum bende heyecanla okuduğum bir romanı tamamlayamamak ya da severek dinlediğim bir müziğin beklenmedik bir sesle bölünmesi gibi bir his uyandırıyordu.
Seslerin hissettirdiği duygular ise beni kulakların önyargısı (1) üzerine düşünmeye itti. Kaydettiğim sesler çoğu zaman gündelik hayatta duymayı beklemediğim ve sesle karşılaşma esnasında kulaklarımı olabildiğince açabildiğim seslerdi. Seslerden biri benim için beklenmedik olduğu kadar ürkütücüydü de ve tam bu his beni kulaklarımın önyargısı ile bir masaya oturmaya davet etti. Neydi bu sesteki beni ürküten şey? Bilmediğim bir dil olması mı? Sesin yüksekliği mi? Sabahın çok erken bir saatinde duyduğum için uykudan yeni uyanmanın getirdiği sersemlik mi? Bilmediğim bir dilde olan bu haykırışların bana hatırlattıkları mı ya da acaba bu haykırışlarda herhangi bir payım olabilir mi diye düşünmem mi? Bu soruların net bir cevabı var mı emin değilim ancak bu metni yazma deneyimi zihnimde açtığı daha pek çok soruyla kulaklarımın hisleri üzerine yaptığım bir yolculuk gibi.
Aynı zamanda birbirinden bu kadar farklı seslerin ve an(ı)ların bir kurguda art arda nasıl geleceği de başlı başına alınması zor kararlardı. Ben kendi an(ı)larımdan ve farklı mekânlardaki farklı zamansallıklardan yola çıktım; ancak bu kurgunun yalnızca bir versiyonu elbette. Bu seslerin farklı şekillerde nasıl bir araya gelebileceği üzerine düşünmenin farklı bir kulak önyargısı ve duyma hiyerarşisi örneği olabileceğini düşünüyorum. Ben sesleri bir araya getirirken öncelikle bu sesleri yaşadığım anlara geri dönerek zamansal bir kodlama yaptım ardındansa bu seslere duyduğum mekânlar üzerinden kendimi hayali bir geziye çıkardım. Bu hayali gezinin rotası, kaydetmediğim ama işittiğim farklı sesler, bu seslerin diğer duyular üzerindeki çağrışımları ve kurgu tamamlandıktan sonra tüm sesi dinlerken zihnimdeki tezahürü oldukça kıymetli bir oluş haliydi.
Kulağın Önyargıları
2014 yılında The Moving Museum İstanbul sergisi kapsamında Güneş Terkol ve Deniz Ulusoy ses üzerine bir atölye çalışması yapmaya karar verdi ve bu çalışmadan önce akıllarında şöyle sorular olduğunu belirttiler; “Duyuyoruz ama neyi dinliyoruz, kendi sesimizi bastıran seslerle mi oyalanıyoruz, kulağımızın önyargıları var mı, bunlar neler olabilir…” (Terkol & Ulusoy, 2018). Bu soruların her birinin değeri bir yana “kulağımızın önyargıları” üzerine düşünmek başlı başına etik bir dinlemenin merkezine oturacak tartışmalardan birini açabilir. Juhani Pallasmaa, Tenin Gözleri adlı kitabında görmenin yalnızca gözlemcinin duyusu olduğundan ancak işitmenin bir bağ ve dayanışma duygusu yarattığından bahseder (Pallasmaa, 2011). Sesin çok yönlü ve varlığımızın içinden gelerek bizi aşan yapısı (Dolar, 2013) içsel bir deneyimin dış dünyayla kurduğu köprüyü çağrıştırıyor; ancak kulağın sesleri karşılayan ve saran bu yapısı dinleme faaliyetinde sesler arasında bir hiyerarşi kurmadığımızı ya da “kulağımızın önyargıları” olmadığı anlamına gelmiyor.
Ben de kendi kulağımın önyargılarını keşfetmek için çıktığım yolculukta kaydettiğim seslerin bir kılavuz olabileceğini düşündüm ve arşiv seslerimi incelemeye başladım. Bir yandan da zihnimde kulak üzerine kullanılan deyimler dolaşıyordu. Arşivdeki sesleri deyimler üzerinden nitelemeye çalışmak ve aynı zamanda seslerin kayıt anlarına gitmek benim için keyifli bir egzersiz gibiydi. Kulaklarımın günlük hayatta duyduğumuz onca ses arasından hangilerini “kayda değer” bulduğu kulaklarımın önyargılarını keşfetmek açısından da anlamlı bir çalışma gibi görünüyordu.
Söz öbeklerinin seslere, seslerin duygulara, duyguların yerlere, yerlerin an(ı)lara ve kimi zaman hepsinin birbirine dönüştüğü bu kayıtları dinleme aşaması benim için kendi yaşamımda sıçramalar yaşamama neden oluyordu. Bu arşivin bir kısmı oldukça tozluydu ancak bugüne doğru yaklaşmak ve taze olanı tazelemek fikri daha hoşuma gitti. Bu sesler herhangi bir günün herhangi bir saatinde “kayda değer” olduklarını bana hissettirdiyse muhakkak ‘kulak verdiğim’ seslerdi. Arşivde uykumun derinliklerinde dışarıdan gelen ve aşina olmadığım bir dilin haykırışlarıyla ‘kulak diktiğim’ bir ses de vardı, yıllar önce gittiğim bir gezide ‘kulağıma dolan’ ve kaydını alamadığım, yıllar sonra arkadaşımın oraya gittiğini duyunca aklıma ilk gelen anı olarak kaydetmesini rica ettiğim bir ses de. Birden hayatımızı keskin bir şekilde değiştiren bir mart gününün ardından bindiğimiz her taşıtta ‘kulağımıza çalınan’ sesler de vardı, daha önce hiç gitmediğim küçük bir kasabada ‘kulak kabarttığım’ hoparlörden yükselen ses de.
David Hendy John Cage’e atıfta bulunarak nerede olursak olalım duyduğumuz çoğu şeyin gürültü olduğundan ve bu gürültünün duymazdan gelindiğinde rahatsız eden, dinlenildiği zamansa büyüleyici olan yapısından bahseder. Cage duymazdan gelinen bu seslere kulak açıldığında bizi teğet geçen bütün bir insani tecrübeler yelpazesiyle yeniden bağlantı kurmaya başladığımızı ima eder (Hendy, 2014) ve “büyüleyici” olan tam da bu kulak ardı ettiklerimizle olan karşılaşma anıdır. Çoğu zaman beklenmedik bir şekilde kulaklarım tarafından karşılanan bu sesler bana çeşitli an(ı)ları hatırlatsa da bu an(ı)lar elbette yalnızca bana ait değildi. Seslerin kaydedildiği anlar kiminin işi, kiminin sabahın erken saatlerindeki haykırışları, kiminin arkadaşlarıyla sohbet ettiği bir anın parçasıydı; ancak ben de bu seslere kulağımı açarak farklı insanların tecrübelerine de kucak açmış oldum. Bu tecrübelerin kendi tecrübelerimden uzak olduğunu düşündüğüm noktada bir “tekinsizlik” hissiyle kulaklarımı olabildiğince kabartmaya çalıştım, aynı masada oturduğum bir topluluk bilmediğim bir dilde iletişim kursa bile bu sesler bana keyif veren bir melodi gibiydi. İşte tam bu noktada kulağımın önyargıları üzerine düşündüğüm yol açıldı. Bu açılan yol henüz yüzleşme deneyimini tattığım ancak bundan sonra her zaman zihnimin bir köşesinde yer alacak bir köşe taşı niteliğine sahip.
Sonuç Yerine
Ses arşivlerini kurcalamakla başlayıp kendi yolculuğumda zıplamalarla devam eden, seslerden yola çıkan hayali rotalara ve sonrasında dile yerleşmiş söz öbekleriyle birlikte ses, dil ve düşünce arasındaki kuvvetli bağı hatırlatmaya çalışan bu metin sanırım her şeyden önce kendi kulağımı anlamaya çalışmanın emekleme adımları. Dinlenilen ya da kulak ardı edilen seslerin tümü bizim kendi oluş halimize, yakalayabildiğimiz ya da teğet geçtiğimiz deneyimlere ya da duygularımıza bir ayna tutmak gibi.
Dinlediğiniz ses ve okuduğunuz metin aracılığıyla kendi yaşamıma dair “gürültüleri” teğet geçmeyip son derece öznel olan bu karşılaşmayı yaşamak oldukça kıymetli. Hepimizin birbirinin seslerine kulak misafiri olarak “büyülendiği” sonsuz an(ı)lara kavuşmayı beklemek ise oldukça heyecan verici.
1 Bu kavram metnin ilerleyen aşamalarında sözü edilecek Güneş Terkol ve Deniz Ulusoy tarafından yapılan bir ses atölyesinin hazırlık sorularından alınarak kullanılmıştır.
Başvurular
1 Dolar, M. (2013). Sahibinin Sesi. İstanbul: Metis Yayıncılık.
2 Hendy, D. (2014). Gürültü Sesin Beşeri Tarihi. İstanbul: Kolektif Kitap.
3 Pallasmaa, J. (2011). Tenin Gözleri. İstanbul: YEM Yayın.
4 Terkol, G., & Ulusoy, D. (2018). Ses Üzerine Bir Atölye Çalışması. MSGSÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 79-81.
Dinlemenin Politik Biçimleri Üzerine: Gaziosmanpaşa Sarıgöl Mahallesi Örneği Üzerinden Kentsel Yenileme Projeleri ve “Akustik Topluluk” Kavramını Yeniden Düşünmek
- BURCU YAŞİN -
2018 yılında çevirmenlik yaptığım bir belgeselin çekimleri esnasında Roman dansçı Reyhan Tuzsuz, Sarıgöl mahallesinde süregelmekte olan yıkım sürecini aktarırken artık düğün seslerinin duyulamaz bir hale geldiğine dikkat çekip, bir ses yolu ile bilme ve haberdar olma haline referans vererek, pek de farkında olmadan Barry Truax’ın “akustik topluluk” (Truax, 1984) kavramına atıfta bulunuyordu. Bu anlamda Reyhan Tuzsuz’dan duyduklarım, ses çalışmaları alanında emek göstermekte olan bir birey olarak beni o kadar heyecanlandırmıştı ki, çekim sonrasında -şimdilerde benim için Reyhan abla olan- Reyhan Tuzsuz’a gidip, mahalleyi ziyaret etmek istiyorum deyivermiştim.
Böylece, diyebilirim ki Reyhan Tuzsuz’un gündelik iletişim mekanizmasında “sessel” bir değiş-tokuş halini işaret ettiği cümlesinden hareketle, 2018 yılının mart ayından başlayarak 2019 yılına kadar devam eden, bolca ara yön ve na-ikililikler arasında gidip geldiğim bir süreç benim için başlamış oldu. Mahalleye kulak verdiğim bu süre zarfında alanın asla ön göremediğim -iyi ki- getirileri, Reyhan ablanın aktardıklarından çok daha öte noktalara gitmemi sağlayarak, beni kentsel yenileme projelerinin “sessel” dönüşümüne odaklanarak, dinlemenin politik haline dair düşünmeye teşvik etti.
Belirtmeliyim ki bu yazıya konu olan, kentsel yenileme projelerinin müzikal aktarım ve müzisyenliğe olan etkilerini fark etmem de yine böylesi beklenmedik bir anın getirisi sonucudur. 2019 yılının Nisan ayında Müzisyenler Kahvesi’ne Sarıgöllü müzisyenlerle ayrı ayrı görüşme yapmak üzere gittiğim bir günde, durumun bir anda grup görüşmesine dönüşmesi üzerine müzisyen Aydın mahallenin kentsel yenileme projeleri öncesi haline işaret ederek şu cümleyi kurdu:
Kapı önünde çocuklar çalarken, gelenler para atardı. Tabii heves ederdi çocuklar. Kentsel dönüşüm mahvetti bizi, yine olur elbette ama eskisi gibi değil. Ustalar da gitti çocuklara örnek olacak kimse yok. Hem sen söyle ben şimdi TOKİ’de çocuğa nasıl öğreteyim. Çalınca hemen yan komşu “dan dan” vuruyor duvara. Böyle olunca eskisi gibi müzisyen yetişmiyor tabii (04.04.2019).
Aydın’ın cümlesi kentsel yenileme sonrası ustaların yokluğunu vurgularken bir yandan da mekânsal dönüşümlerin nesiller arası müzikal bilgi ve repertuar aktarımındaki etkisine dikkat çekerek, kentsel yenileme ve kent çalışmalarına dair pek çok soruyu akla getiriyordu. Kent ortamında altyapısal koşulların müzikal aktarımdaki yeri nedir? Bir kentsel yenileme projesi görsel bir “estetize” etme kaygısının ötesinde neleri vadeder? Kentsel yenileme adı altında gerçekleşen soylulaştırma projelerinin duyusal etkileri nelerdir? Bu bağlamda kentsel yenileme projelerinin bir sonucu olarak hangi sınıfların sesi gündelik pratikte baskınlaşırken, hangilerininki sessizleştirilir?
Bu soruların ışığında bu yazıda, Gaziosmanpaşa Sarıgöl mahallesinde devam etmekte olan kentsel yenileme projelerinin burada yaşayan Roman toplulukları sessizleştirme sürecine odaklanarak, bu projelerin “sessel” boyutuna dair bir izlek sunuyor olacağım. Bu anlamda, kentsel yenilemenin de ötesinde bir “akustik soylulaştırma” (Kusiak, 2014) olarak işlev gören bu süreci ele alırken, gündelik pratiklerinde ses ve müziği, kimlik ve aidiyetlerinin ve iletişimlerinin bir parçası olarak işlevselleştiren Sarıgöllü Romanları ses çalışmaları literatüründeki “akustik topluluk” konsepti üzerinden, bu terime eleştiri getirerek kavramsallaştırıyor olacağım.
Romanlara dair yapılmış gerek akademik çalışmalarda gerekse gündelik söylemde müzik ve icracılık topluluğun kimliğinin en önemli parçalarından biri olarak belirir. Gündelik pratikte bu söylem kendisini “çalgısız yaşayamaz ölürler” gibi klişe tabirler üzerinden kurgularken, literatürde Roman müziği tanımının net bir biçimde sınırlarının belirlenmemiş olmasına karşın, topluluğu farklı disiplinlerden ele alan çalışmalar, müziğin kimlik ve aidiyet inşası ve bireyler arasındaki iletişim kurucu yanına referans vererek ortak bir düzlemde buluşur.
Burada müziğin ve müzisyenliğin Roman gündelik pratiği ile uzun yıllar kurguladığı ilişki devreye girmektedir. Carol Silverman, Romani Routes: Cultural Politics and Balkan Music in Diaspora isimli çalışmasında Romanların müzik ile neredeyse eş anlamlı olarak tanımlanmasına gerekçe olarak müziğin 15. yy’dan beri bu topluluğun en eski meslek kollarından olmasını gösterir (Silverman, 2011, s.21).
Sonia Seeman da Silvermann’a benzer bir biçimde You’re Roman!’ Music and Identity in Turkish Roman Communities adlı çalışmasında müziğin Romanların pratik ettiği en eski meslek kollarından biri olduğunun altını çizerek 17. yy’da İstanbul Balat’ta yaşayan Romanların çoğunlukla müzikli eğlencelerde yer aldıklarını belirtir (Seeman, 2002, s.136).
Bu noktada, müziğin en eski pratiklerden biri olmasının sebepleri arasında, Romanların göçebe yaşam pratiklerini uzun yıllar sürdürmüş olmaları belirmektedir. Zira bu sebeple, yerleşiklik gerektiren tarımsal faaliyetlere yönelemeyen Romanların, müzik, mevsimsel işçilik, kalaycılık, sepetçilik gibi meslek kollarında hizmet vermeyi bir strateji olarak benimsediği görülür (Silverman, 2011, s.8).
Aidiyet ve kimlik inşanın da ötesinde literatürde müziğin Romanlar için bir diğer önemli işlevi ise müziğin gündelik pratikteki mesaj taşıma fonksiyonu olarak belirmektedir. Buradaki mesaj taşıma iki taraflı prensibe tabidir; Romanlar yalnızca topluluk içinde değil aynı zamanda çoğu kez aynı mekânı paylaştıkları Roman olmayan bireylere de müziği bir iletişim aracı olarak kullanarak mesajlarını taşırlar. Mesaj bu bağlamda, mekandaki varlığını ses yolu ile ifade etme haline tekabül eder. Gündelik pratikte ses çıkartmak, müziğini icra etmek, Roman havası dinlemek, düğünleri dışarıda pratik etmek bir nevi ses yolu ile “buradayım” deme haline işaret eder.
Bu noktada, Charles Keil, Angeliki Keil, Dick Blau ve Steven Feld Bright Balkan Morning: Romani Lives and the Power of Music in Greek Macedonia isimli çalışmalarında tam da müziğin mesaj taşıyıcı yanına vurgu yaparak, müziği Roman toplulukların gündelik pratiğinde ―ötekilere karşı bir hayatta kalma mesajı ve stratejisi olarak kavramsallaştırıp şu şekilde belirtirler;
“İki zurnadan gelen keskin sesler ve davulun tıngırtıları ve gümbürdemeleri sokağı dolduruyor. Dünyaya bir mesaj gönderiyorlar: kutlama devam ediyor! Zurnacılardan biri melodiyi çalarken diğeri dem sesini tutuyor, zurnacılar, kutlayanların birbiri ardı sıra kendinden geçercesine dans ettiği meydana yönlendiriyor müziği.” (Keil, Keil, Blau ve Feld, 2002, s.89)
Denilebilir ki Romanlar için müzik salt bir meslek kolu ya da eğlence aracı olmaktan öteye geçerek gerek iletişim aracı gerekse topluluk için birleştirici bir işlev görüp, “varız” deme halinin akustik haline tekabül eder. Bu noktada müziğin Roman gündelik pratiğinde neredeyse bir iletişim aracı halinde kullanılması ilk etapta, soundscape çalışmaları alanından Barry Truax‘ın Acoustic Communication kitabında ele aldığı “akustik topluluk” kavramını akla getirir.
Barry Truax 1984 yılında yayınladığı Acoustic Communication isimli kitabında “akustik topluluğu” iletişim çalışmaları perspektifinden ele alarak, bilginin gündelik pratikte bireyler arası karşılıklı değiş-tokuşuna tabi bir sistem olarak tanımlar:
[Akustik topluluk] akustik bilginin mahalle sakinlerinin hayatının her alanına nüfuz ettiği her türlü ‘soundscape’ den oluşur (bu halkın ortak niteliklerinin nasıl anlaşıldığından bağımsız olarak). Bu sebeple, topluluğun sınırları keyfidir; bir oda dolusu insan kadar küçük olabildiği gibi, bir daire, ev veya bina; bir kent topluluğu, bir frekans ağı veya herhangi bir elektro-akustik iletişim sistemi kadar büyük de olabilir. Özetle, akustik bilgilerin karşılıklı değiş-tokuş edildiği herhangi bir sistemdir (Truax, 1984, s.58).
Truax bu tanımıyla R. Murray Schafer’ın, görülebilir nesneler yerine duyulabilir olayların oluşturduğu akustik bir çevre olarak tanımladığı soundscape kavramını (Schafer, 1994, s.7), iletişim teorisi üzerinden kurgulayarak, doğrudan akustik topluluk olarak kavramsallaştırır ve soundscape’i karşılıklı bir değiş-tokuş fikrine yaslayarak, gündelik pratikte bireyler arası dinamikleri, ilişkilenmeleri bu akustik çevreye dahil eder. Fakat buna karşın yine de Truax’ın tanımı World Soundcape Project (WSP) bünyesinde birlikte üretim yaptığı meslektaşı Schafer’ın etik bir ideale dayandırdığı soundscape tanımından çok da öteye gidemez ve hi-fi bir ses ortamının idealize edilerek lo-fi ses ortamına tercih edildiği bir sisteme takılıp kalır.
Truax’a göre hi-fi bir ses ortamında arka plandaki “gürültü” seviyesi az olacağı için sesler kolaylıkla ayırt edilebilmekte ve ses yolu ile gelen mesajlar ve bilgiler kolaylıkla algılanabilmektedir. Lo-fi bir ortam ise bunun tam tersi bir sistem sunarak seslerin ayırdını zorlaştırarak, iletişimi sekteye uğratır ve bilgilerin net bir aktarımını engeller. Ses ortamının böylesi net çizgilerle ayrıldığı bir sistemde iletişimi bozan, sekteye uğratan her ses “istenmeyen” olarak etiketlenerek soundscape’ten savuşturulmaya tabidir.
Öyle ki, böylesi bir sistemde “gürültü” akustik topluluk için tehdit edici bir unsur haline gelebilir, bu noktada Truax şu şekilde belirtir: “gürültü bir akustik topluluğun düşmandır.” (Truax, 1984, s.58). Bu ifade tam da Sarıgöl’de yaşayan Romanların “akustik topluluk” konsepti ile çelişmeye başladığı bir nokta olup, Truax’ın “akustik topluluk” tanımına hangi sınıfsallıkları dahil edip, hangi sınıfsallıkları bu topluluktan dışladığını sorgulama gerekliliğini ortaya çıkartır. Zira Sarıgöl’de yaşayan Romanların gündelik pratiğinde bazı sesler anlamlı bir ses sinyaline dönüşüp, mahallenin iletişim dinamiklerinde önemli bir yer tutsa da- örneğin icracıların sesi, Roman olmayan bireyler tarafından bu seslerin çoğunlukla gürültülü olarak etiketlenmesi Truax’ın tanımladığı “akustik topluluk” nezdinde Romanları bir tehdit unsuruna dönüşmektedir.
İşte tam da Marie Thompson’ın Productive Parasites Thinking of Noise as An Affect isimli makalesinde gürültü mefhumuna dair alternatif bir sorgulama ile yüzleştiriliriz. Marie Thompson Spinoza’nın apropos kavramından hareketle “gürültü” yü bir affect (duygulanım) olarak belirler ve iyi kötü, arzu edilen/ edilmeyen ses olarak ikili yapılara sıkışmış halinden özgürleştirerek, “gürültü” ya da Truax ve WSP bünyesindeki üyelerin belirttiği üzere “istenmeyen ses” içerisindeki potansiyelleri, na-ikili bir sistem üzerinden yeniden düşünmeye davet eder. Thompson’a göre gürültü kavramı iyilik ve kötülük gibi kategorilere dahiliyetinden çok daha öte, bir ilişkisellik silsilesi nezdinde düşünülmelidir. Bu bağlamda, Thompson sorgulamasına iletişim teorisinin “gürültü”yü genellikle kaynak ve alıcı arasındaki iletişimi sekteye uğratan bir mefhum olarak ele almasından yola çıkarak başlar ve J.R Pierce’nin gürültünün farklı biçimlerinden bahsettiğini hatırlatarak, “gürültünün” herhangi bir kaynağa bağlı olma ya da yüksek bir ses olma zorunluluğu olmadığını belirterek şu şekilde aktarır:
Bir kesinti yüksek ya da rahatsız edici olmak zorunda değildir. Şüphesiz, hiç duyulmasına dahi gerek yoktur. Gürültüyü bir sistem içerisindeki kesinti olarak tanımlarsak, gürültü sonik, fakat aynı zamanda titreşimsel, görsel veya enformasyonel de olabilir. Bu bizi gecenin yarısında uykuya dalmaktan alıkoyan cırcır böceklerinin cıvıltısı, televizyon sinyali paraziti veya atmış bir sigorta nedeniyle kapanan ses sisteminin sağır edici sessizliği olabilir (Thompson, 2012, s.15).
Buna ek olarak aynı zamanda Thompson gürültünün “ani” olma hali ile sınırlandırılmaması gerektiğini de vurgulayarak, bu kesintilerin farklı formlarda olabileceğini hatırlatır ve “gürültü” mefhumundaki esas meselenin ilişkisellik olduğundan bahsederek bir şeyin kesintiye uğratabilmesi için o şeyin etki alanında kalan sistemlerin olması gerekliliğinden bahseder. Gürültü bu noktada yer yer titreşimsel, yer yer ani, bazen de dipten gelen farklı formları ile her an devam eden ve her daim bir sistem içerisinde ‘gürültü’ olma potansiyelleri taşıyan bir mefhumdur. Hatta Thompson bunu “gürültüden önce gürültü vardır” şeklinde belirterek bu potansiyelliklerin, öncesiz ve sonrasızlıkların, yani zamansız bir içkinliğin altını çizer. Tam da böylesi bir ilişkisellik silsilesi içerisinde ‘gürültü’ her daim parazit bir mesele olarak işlev görmez, aksine içerisinde yeni afektif ilişkilenme biçimlerine kapı açan ve yeni bilgiler taşıyan bir alana dönüşür.
Gürültü bu noktada Thompson’da bir duygulanım olarak karşılık bulur. Deleuze ve Guattari’ye, referansla Thompson, duygulanımlardan dönüştürücü kuvvetler olarak bahsederek duygu ve duygulanımların ayrı kavramlar olduklarını vurgular. Duygulanımlar bir yerleşiklik teşkil etmeyerek bu anlamda bir “aradalık” halinde olup, devinimli bir harekete tekabül ederken, duygular ise duygulanımların tam da farkına varıldığı, bedenselleştiği bir noktaya işaret ederler. Bu anlamda denilebilir ki “duygu” tam da duygulanımların bedende anlam kazandığı, bitimsiz, dönüşümlere açık bir ‘gücül’ bölge, yani “gürültü”nün gürültü olarak addedildiği ‘varılmamış ve varılamayacak bir şimdi’ olma özelliğini taşır.
Thompson gürültüyü bir duygulanım olarak ele alarak bu noktada dinleyen bedene de dikkat çeker ve duygulanımları bedenin kapasitesi ile de ilişkilendirir. Bu sebeple ‘dinleme’ edimi aslında bedenin diğer bedenlerle ilişkisi, kültürel kodlar, gündelik pratikteki karşılaşma alanları üzerinden var olarak, öznel bir deneyimin ötesine geçer.
Bu anlamda hiçbir ses Thompson’ın da belirttiği üzere gürültü olmak üzere var olmaz, dolayısı ile ses ve titreşimler, gürültü olma potansiyelleri taşısalar da bu potansiyeli gerçekleştiren, “dinleme ediminin” kültürel inşası sonucu oluşan yargılardır.
Bundan yola çıkılarak denilebilir ki Romanlar için gündelik pratikte anlam ifade eden seslerin diğer bedenler tarafından bir “gürültü” kaynağı olarak alımlanışı tam da böylesi bir inşanın sonucudur. Seslerin ‘gürültü’ olarak alımlanıp, sorunsallaştırıldığı bu nokta ise salt bir yerinden etmenin çok daha ötesinde güçlü/baskın sınıfın, güçsüz olan grubun sesleri üzerinde kurduğu tahakkümün başlangıcıdır.
Bu durum tam da David Hendy’nin Sesin Beşeri Tarihi’nde güçlü grupların, azınlıkların soundscape’i üzerindeki etkisine dair söylediklerini hatırlatmaktadır:
Güç derken iki şeyi kastediyorum: birincisi, kimi seslerin bizi derinden etkileme gücü; ikincisi de güçlü insanların –veya ulus devletler, örgütlü dinler veya ticari şirketler gibi güçlü grupların- daha az güçlü olanların işitsel peyzajlarını veya dinleme alışkanlıklarını belirleme yeteneği (Hendy, 2016, s.17).
Hendy’nin aktardığı asimetrik güç ilişkisi, bu açıdan Sarıgöl’de gerçekleşmekte olan süreç ile benzeşmektedir. Zira Sarıgöl mahallesinde gündelik pratikte azalmakta olan müzisyenlik, buna bağlı olarak müzik icracılığının sesi mahalleye yeni taşınan çoğu birey için ‘gürültü’ iken, Roman ve mahallede uzun yıllardır yaşayan Roman olmayan bireyler tarafından mahalleye dair ‘ses temsiliyetleri’ ve referanslar taşımakta ve anlamlı veriler olarak işlev görmektedirler.
Bu bağlamda, Sarıgöl Mahallesi’nde yaşayan gerek Roman gerekse Roman olmayan bireyler mahallenin kentsel yenileme öncesi halinden bahsederken açık pencerelerden gelen müzisyenlerin seslerini tarif etmektedirler. Örneğin mahallenin eski soundscape’ni tanımlayan Kutay şu şekilde belirtir:
Ben Roman değilim, Edirneliyim ama kendimi Roman olarak görüyorum. Bu mahallede büyüdüm. Arkadaşlarım bu mahallede. Sarıgöl’den geçerken hep müzik sesi duyarsın. Müzisyenlerin sesini duyarsın. Ama değişti bunlar kentsel dönüşümle, değişik oldu, değişti. Eski tadı da kalmadı (14.05.2019).
Müzisyenlerin provalarının seslerinin duyulur olması hali, Romanların anlatılarında da mevcuttur. Görüşme yapılan kişiler Kutay’ın tanımladığı prova seslerini bir adım öteye taşıyarak anlatılarında bu sesleri duymanın mahallenin iletişim mekanizmasındaki yerine gönderme yaparlar. Reyhan Tuzsuz şu şekilde tanımlar bu durumu:
Müzisyenler mesela birbirlerinin kapılarının önünden geçerken birbirlerine şaka yaparlardı. “Hocam sende bu parça var mı?” O da derdi; “Ya oğlum!” Sonra diğeri derdi “hocam sen bu parçayı çalabiliyor musun?” Takılıyor ona şaka amaçlı. O da derdi ki “bende bu var. Sen de şu var mı?” O da derdi ki “hadi yürü be oradan çoban sen benim gibi çalabilir misin?” Güzeldi o eski günlerimiz (12.05.2019).
Gündelik pratikte duyulan müzisyenlerin prova sesleri, mahalledeki müzisyenlerin varlığını duyulabilir kılarak “sessel” bir temsiliyet oluştururken aynı zamanda mahallede yetişmekte olan gençler için de teşvik edici bir unsur haline gelirler. Bu durumu keman icracısı Murat, şu şekilde aktarır:
Eskiden çocuklar çıkardı kapı önünde çalarlardı. Verirdik ellerine enstrümanları küçük yaşta. Abilerini de görürlerdi heves ederlerdi. Şimdi nerde, herkes gitti başka yerlere, dağıldı (04.04.2019).