
- Özeren Gökçe -
Zamansız Dinleti
Yeni Sesler Eşliğinde Bir Kaçış, Yeni Bir Sekme
- ŞEYMA TAŞEL -
Sekme Yayın Kurulu Adına
Sonbaharın gelişiyle şehrin değişen ve mevsimler ötesinde aynı kalan sesleri, bir geri dönüş ve başlangıç noktası olduğunu her döngüsünde hatırlatan Eylül, bir vakittir ertelenmiş veya yeni buluşmaları sarmalayan merak etrafımızda dolaşırken ortalıklara çıkıyor Sekme’nin yeni sayısı. Kulak verme, seslerin kaydını tutma ve varlığını duyusal kanallar üzerinden ortaya koyma eylemlerini ortak bir “kaçış noktası” olarak belirleyen bir topluluk olarak, her yeni sayının yayın sürecinde kaçış rotamıza dair parçalar buluyoruz. Her yeni Sekme’nin merceği, bizi bir araya getiren “kaybolmuş ve tekil” hallerimizden uzaklaştırıyor ve önümüzdeki yolların bulanıklığını temizliyor. Yeni oyun arkadaşlarımızın deneylerine eşlik ediyoruz.
Yayın kurulu olarak dördüncü sayımız “Etik Dinleme”yi de bu şekilde deneyimledik. Bu sebeple, üretime alan açmak, beraber üretmek gayesinde olduğumuz ve topluluğumuza dahil olan içerik üreticilerine, en çok da okurları olarak teşekkür ediyoruz. Kişisel bir seviyede çokça düşündüğüm bir diğer mevzu da bu sayının, birbirine duyulan merakın peşinde ortak ve ayrık birçok merakı keşfederek dinleme ve dinletme deneyini, senelerce bir kabin içerisinde ama her zaman mekansal sınırlamaların dışında yapma şansı bulduğum sevgili Suzi’nin editörlüğünden çıkmış olması. Dolayısıyla ona son birkaç ayın ötesinden gelen rastlaşmamızın, merakımızın ve hikayemizin en başına uzanan bir teşekkür uzatıyorum.
Her daim yeni seslere duyduğumuz merakla ve birbirimize kulak verecek olmanın heyecanıyla, 25 Eylül’de ilk “Sekme Buluşmacası”nda fugamundi evi’nde görüşmek üzere!
Yeni Sesler Eşliğinde Bir Kaçış,
Yeni Bir Sekme
- ŞEYMA TAŞEL -
Sonbaharın gelişiyle şehrin değişen ve mevsimler ötesinde aynı kalan sesleri, bir geri dönüş ve başlangıç noktası olduğunu her döngüsünde hatırlatan Eylül, bir vakittir ertelenmiş veya yeni buluşmaları sarmalayan merak etrafımızda dolaşırken ortalıklara çıkıyor Sekme’nin yeni sayısı. Kulak verme, seslerin kaydını tutma ve varlığını duyusal kanallar üzerinden ortaya koyma eylemlerini ortak bir “kaçış noktası” olarak belirleyen bir topluluk olarak, her yeni sayının yayın sürecinde kaçış rotamıza dair parçalar buluyoruz. Her yeni Sekme’nin merceği, bizi bir araya getiren “kaybolmuş ve tekil” hallerimizden uzaklaştırıyor ve önümüzdeki yolların bulanıklığını temizliyor. Yeni oyun arkadaşlarımızın deneylerine eşlik ediyoruz.
Yayın kurulu olarak dördüncü sayımız “Etik Dinleme”yi de bu şekilde deneyimledik. Bu sebeple, üretime alan açmak, beraber üretmek gayesinde olduğumuz ve topluluğumuza dahil olan içerik üreticilerine, en çok da okurları olarak teşekkür ediyoruz. Kişisel bir seviyede çokça düşündüğüm bir diğer mevzu da bu sayının, birbirine duyulan merakın peşinde ortak ve ayrık birçok merakı keşfederek dinleme ve dinletme deneyini, senelerce bir kabin içerisinde ama her zaman mekansal sınırlamaların dışında yapma şansı bulduğum sevgili Suzi’nin editörlüğünden çıkmış olması. Dolayısıyla ona son birkaç ayın ötesinden gelen rastlaşmamızın, merakımızın ve hikayemizin en başına uzanan bir teşekkür uzatıyorum.
Her daim yeni seslere duyduğumuz merakla ve birbirimize kulak verecek olmanın heyecanıyla, 25 Eylül’de ilk “Sekme Buluşmacası”nda fugamundi evi’nde görüşmek üzere!
Sekme Yayın Kurulu Adına
Editörden
- SUZİ ASA -
Donna Haraway’in seçme yazılarının olduğu Başka Yer (2010) kitabında da izi sürülebileceği üzere Haraway, düşünsel yolculuğunda sürekli “cömert bir kuşkuyla” duyusal bir tanık olma kabiliyetinin nasıl geliştirilebileceği üzerine düşünür durur. Onun bu incelikli kaygısı geçtiğimiz mayıs ayından beri önce bir süreliğine kendi dünyamda, ardından bu sayıyı doğuran içerik üreticileriyle etik dinleme ve merak duygusunu merkeze alan sorular üretmeye sebep oldu. Bu süreçte merak duygusunu bütün canlılığı ve taşkınlığıyla ortaya koyunca etrafına onu çerçevelemesini kıymetli bulduğum etik olanın nasıl yerleşebileceği üzerine düşünmeye başladım. Etikle merakın birbirlerinden azade olamayacağını düşünürken, merak duygusunun bazen tahakküm sahibi bir özneden taşan bir duyguya da dönüşebilme tehlikesini de akılda tutmam gerektiğini düşünüyordum. İçerik üreticilerime ulaşırken zihnimde şunlar dönüyordu: Sömürmeyen ve sessizleştirmeyen etik dinleme kanalları açmak günümüz toplumları için ne kadar mümkün? Egemen bakışın ve onun muktedir sesinin buyurduğu yönden gitmeyen, yaşamın birçok alanında tanık olduğumuz (örtük olanlar da dahil) şiddetlere sağırlaşmayan, fakat bir yandan da canlılığını yitirmeyen bir merak duygusu geliştirmek mümkün olur mu?
Tüm içerik üreticileri kendi üretim yolculuklarında etik dinlemenin türlü yollarından bahsederken üretimlerinde de etik kararlar alarak yol almanın nizamını da sorguladılar sanki. Fulden’in SPoD LGBTİ+ Danışma Hattında çalışan Deniz’lerin seslerini duyururken onların sesini kısmadan ama kimliklerini de açık etmeden aktarmanın yolunu kurması, Nursev’in AR enstalasyonlarını okuyucuların ‘evlerine’ dahil etmenin yolunu ararken türlü müdahale yollarından kaçınarak yol alması ya da Evrim’in metninde cömertçe bıraktığı sessiz boşlukları bence bu sorgulamaya iyi örnekler niteliğindeydiler. Bunun yanı sıra Eli’nin şiddetli bir gürültüyle dikilen teknofalluslarının paralelinde, Arek’in sesin ‘seyyal ve eklemlenen’ doğasıyla alternatif bilgi üretim ağlarının nasıl kurulabileceğine dair soruları bana göre benzer rotaların farklı yollardan izlerini sürüyordu. Burcu’nun Gaziosmanpaşa’daki Sarıgöl mahallesinin Roman müzisyenleriyle bezeli yolları arasındaki gezisi, Çisel ve Ozan’ın sabit bir mekâna çakılı olmayan ama bir o kadar da mekânlara yaslanan mahallelerin çok dilli gürültülerinden oluşan içerikleri farklı metodolojik yolları düşünmeye davet ediyorlardı. Pınar’ın özen ve bakım etiği düşlemi ve Berfin’in feminist sinemanın sınırlarını sesli olanaklarla genişletme tahayyülü ortak bir kaynaktan kuvvet alıyor gibiydiler. Ve Özeren’in bu yazın yangınlarının seslerinden ürettiği, sesin ve görüntünün birbirini kaçınılmaz olarak sekteye uğrattığı kapağımızla açılan sayımız, Asuman’ın naif göründüğü kadar düşündüren ‘duyduğuna inanma canavarı’yla kapandı. Şimdi, burada birbirine örülü gibi tariflemiş olsam da tüm bu açılan ve böylece duyurulan sesli olanakları tartışan üreticiler ve üretimleri biricik. Yine de bir araya gelişleri benim için (ve umarım sizler için) bir hediye niteliğinde.
Bana öyle geliyor ki, etik bir dinleme uğraşı vermek ötekinin zamanını dinlemekle ilişkili bir eylem. Öteki bazen susturulan bir dil, bazen ikili cinsiyet sistemi dışında kalan bir özne ya da bazen insan dışı bir tür. İçinden geçtiğimiz bu zamanlarda biraz ötekinin dünyasını görebilme gözlükleri edinmek ve belki bunun için yeni sözlük icatlarına girişmek adına alternatif akustik konumlara ihtiyaç duyduğumuza inanıyorum. Cömert bir dinleme uğraşı veren herkese, bu sayıyı benimle doğuran çok kıymetli üreticilere ve bu uçsuz bucaksız alanı açan sekme ekibine çok teşekkürler…
Suzi
Duyulanın Ötesine Yolculuk
- ÇİSEL KARACEBE & OZAN ÖZVATAN -
Çisel Karacabe
Bu metin 2018-2021 yılları arasında biriktirdiğim seslerle kurguladığım bir anı arşivinin içinden seçilen seslerin bana hatırlattıklarından yola çıkarak kendi kulaklarımla yaptığım bir karşılaşma ve yeniden kulak verme sürecini içermekte. Bu sesler ve hatırlattıkları benim anılarım olduğu kadar – ve belki de ötesinde- başkalarının da anıları; ancak sesin çok yönlü yapısı gereği ses yalnızca kaynağı ile değil sesi duyan kulaklarla da oldukça yoğun bir temas içinde. Bu nedenle sesler, kollarını açarak beklemeyi “tercih eden” kulakların beklenmedik bir misafiri haline gelebiliyor.
Dinlediğiniz seslerin hiçbiri kaynağından izin alınarak kaydedilmedi, kimi zaman yalnızca bir sese odaklanarak kayıt aldığımı düşünsem de kaydı tekrar dinlediğimde aslında arka planda kulak ardı ettiğim pek çok sesin olduğunu fark ettim. Kaydı aldığım anda peşine düştüğüm sesin izinde gitsem de sonraki dinlemelerde başka seslerle yaşadığım karşılaşmalar oldukça heyecan vericiydi. Hatta kimi kayıtlarda bu beklenmedik sesler hiç de hak etmedikleri şekilde kaydın peşine düştüğü ses sonlandığı için yarıda kesiliyor ve bu durum bende heyecanla okuduğum bir romanı tamamlayamamak ya da severek dinlediğim bir müziğin beklenmedik bir sesle bölünmesi gibi bir his uyandırıyordu.
Seslerin hissettirdiği duygular ise beni kulakların önyargısı (1) üzerine düşünmeye itti. Kaydettiğim sesler çoğu zaman gündelik hayatta duymayı beklemediğim ve sesle karşılaşma esnasında kulaklarımı olabildiğince açabildiğim seslerdi. Seslerden biri benim için beklenmedik olduğu kadar ürkütücüydü de ve tam bu his beni kulaklarımın önyargısı ile bir masaya oturmaya davet etti. Neydi bu sesteki beni ürküten şey? Bilmediğim bir dil olması mı? Sesin yüksekliği mi? Sabahın çok erken bir saatinde duyduğum için uykudan yeni uyanmanın getirdiği sersemlik mi? Bilmediğim bir dilde olan bu haykırışların bana hatırlattıkları mı ya da acaba bu haykırışlarda herhangi bir payım olabilir mi diye düşünmem mi? Bu soruların net bir cevabı var mı emin değilim ancak bu metni yazma deneyimi zihnimde açtığı daha pek çok soruyla kulaklarımın hisleri üzerine yaptığım bir yolculuk gibi.
Aynı zamanda birbirinden bu kadar farklı seslerin ve an(ı)ların bir kurguda art arda nasıl geleceği de başlı başına alınması zor kararlardı. Ben kendi an(ı)larımdan ve farklı mekânlardaki farklı zamansallıklardan yola çıktım; ancak bu kurgunun yalnızca bir versiyonu elbette. Bu seslerin farklı şekillerde nasıl bir araya gelebileceği üzerine düşünmenin farklı bir kulak önyargısı ve duyma hiyerarşisi örneği olabileceğini düşünüyorum. Ben sesleri bir araya getirirken öncelikle bu sesleri yaşadığım anlara geri dönerek zamansal bir kodlama yaptım ardındansa bu seslere duyduğum mekânlar üzerinden kendimi hayali bir geziye çıkardım. Bu hayali gezinin rotası, kaydetmediğim ama işittiğim farklı sesler, bu seslerin diğer duyular üzerindeki çağrışımları ve kurgu tamamlandıktan sonra tüm sesi dinlerken zihnimdeki tezahürü oldukça kıymetli bir oluş haliydi.
Kulağın Önyargıları
2014 yılında The Moving Museum İstanbul sergisi kapsamında Güneş Terkol ve Deniz Ulusoy ses üzerine bir atölye çalışması yapmaya karar verdi ve bu çalışmadan önce akıllarında şöyle sorular olduğunu belirttiler; “Duyuyoruz ama neyi dinliyoruz, kendi sesimizi bastıran seslerle mi oyalanıyoruz, kulağımızın önyargıları var mı, bunlar neler olabilir…” (Terkol & Ulusoy, 2018). Bu soruların her birinin değeri bir yana “kulağımızın önyargıları” üzerine düşünmek başlı başına etik bir dinlemenin merkezine oturacak tartışmalardan birini açabilir. Juhani Pallasmaa, Tenin Gözleri adlı kitabında görmenin yalnızca gözlemcinin duyusu olduğundan ancak işitmenin bir bağ ve dayanışma duygusu yarattığından bahseder (Pallasmaa, 2011). Sesin çok yönlü ve varlığımızın içinden gelerek bizi aşan yapısı (Dolar, 2013) içsel bir deneyimin dış dünyayla kurduğu köprüyü çağrıştırıyor; ancak kulağın sesleri karşılayan ve saran bu yapısı dinleme faaliyetinde sesler arasında bir hiyerarşi kurmadığımızı ya da “kulağımızın önyargıları” olmadığı anlamına gelmiyor.
Ben de kendi kulağımın önyargılarını keşfetmek için çıktığım yolculukta kaydettiğim seslerin bir kılavuz olabileceğini düşündüm ve arşiv seslerimi incelemeye başladım. Bir yandan da zihnimde kulak üzerine kullanılan deyimler dolaşıyordu. Arşivdeki sesleri deyimler üzerinden nitelemeye çalışmak ve aynı zamanda seslerin kayıt anlarına gitmek benim için keyifli bir egzersiz gibiydi. Kulaklarımın günlük hayatta duyduğumuz onca ses arasından hangilerini “kayda değer” bulduğu kulaklarımın önyargılarını keşfetmek açısından da anlamlı bir çalışma gibi görünüyordu.
Söz öbeklerinin seslere, seslerin duygulara, duyguların yerlere, yerlerin an(ı)lara ve kimi zaman hepsinin birbirine dönüştüğü bu kayıtları dinleme aşaması benim için kendi yaşamımda sıçramalar yaşamama neden oluyordu. Bu arşivin bir kısmı oldukça tozluydu ancak bugüne doğru yaklaşmak ve taze olanı tazelemek fikri daha hoşuma gitti. Bu sesler herhangi bir günün herhangi bir saatinde “kayda değer” olduklarını bana hissettirdiyse muhakkak ‘kulak verdiğim’ seslerdi. Arşivde uykumun derinliklerinde dışarıdan gelen ve aşina olmadığım bir dilin haykırışlarıyla ‘kulak diktiğim’ bir ses de vardı, yıllar önce gittiğim bir gezide ‘kulağıma dolan’ ve kaydını alamadığım, yıllar sonra arkadaşımın oraya gittiğini duyunca aklıma ilk gelen anı olarak kaydetmesini rica ettiğim bir ses de. Birden hayatımızı keskin bir şekilde değiştiren bir mart gününün ardından bindiğimiz her taşıtta ‘kulağımıza çalınan’ sesler de vardı, daha önce hiç gitmediğim küçük bir kasabada ‘kulak kabarttığım’ hoparlörden yükselen ses de.
David Hendy John Cage’e atıfta bulunarak nerede olursak olalım duyduğumuz çoğu şeyin gürültü olduğundan ve bu gürültünün duymazdan gelindiğinde rahatsız eden, dinlenildiği zamansa büyüleyici olan yapısından bahseder. Cage duymazdan gelinen bu seslere kulak açıldığında bizi teğet geçen bütün bir insani tecrübeler yelpazesiyle yeniden bağlantı kurmaya başladığımızı ima eder (Hendy, 2014) ve “büyüleyici” olan tam da bu kulak ardı ettiklerimizle olan karşılaşma anıdır. Çoğu zaman beklenmedik bir şekilde kulaklarım tarafından karşılanan bu sesler bana çeşitli an(ı)ları hatırlatsa da bu an(ı)lar elbette yalnızca bana ait değildi. Seslerin kaydedildiği anlar kiminin işi, kiminin sabahın erken saatlerindeki haykırışları, kiminin arkadaşlarıyla sohbet ettiği bir anın parçasıydı; ancak ben de bu seslere kulağımı açarak farklı insanların tecrübelerine de kucak açmış oldum. Bu tecrübelerin kendi tecrübelerimden uzak olduğunu düşündüğüm noktada bir “tekinsizlik” hissiyle kulaklarımı olabildiğince kabartmaya çalıştım, aynı masada oturduğum bir topluluk bilmediğim bir dilde iletişim kursa bile bu sesler bana keyif veren bir melodi gibiydi. İşte tam bu noktada kulağımın önyargıları üzerine düşündüğüm yol açıldı. Bu açılan yol henüz yüzleşme deneyimini tattığım ancak bundan sonra her zaman zihnimin bir köşesinde yer alacak bir köşe taşı niteliğine sahip.
Sonuç Yerine
Ses arşivlerini kurcalamakla başlayıp kendi yolculuğumda zıplamalarla devam eden, seslerden yola çıkan hayali rotalara ve sonrasında dile yerleşmiş söz öbekleriyle birlikte ses, dil ve düşünce arasındaki kuvvetli bağı hatırlatmaya çalışan bu metin sanırım her şeyden önce kendi kulağımı anlamaya çalışmanın emekleme adımları. Dinlenilen ya da kulak ardı edilen seslerin tümü bizim kendi oluş halimize, yakalayabildiğimiz ya da teğet geçtiğimiz deneyimlere ya da duygularımıza bir ayna tutmak gibi.
Dinlediğiniz ses ve okuduğunuz metin aracılığıyla kendi yaşamıma dair “gürültüleri” teğet geçmeyip son derece öznel olan bu karşılaşmayı yaşamak oldukça kıymetli. Hepimizin birbirinin seslerine kulak misafiri olarak “büyülendiği” sonsuz an(ı)lara kavuşmayı beklemek ise oldukça heyecan verici.
1 Bu kavram metnin ilerleyen aşamalarında sözü edilecek Güneş Terkol ve Deniz Ulusoy tarafından yapılan bir ses atölyesinin hazırlık sorularından alınarak kullanılmıştır.
Başvurular
1 Dolar, M. (2013). Sahibinin Sesi. İstanbul: Metis Yayıncılık.
2 Hendy, D. (2014). Gürültü Sesin Beşeri Tarihi. İstanbul: Kolektif Kitap.
3 Pallasmaa, J. (2011). Tenin Gözleri. İstanbul: YEM Yayın.
4 Terkol, G., & Ulusoy, D. (2018). Ses Üzerine Bir Atölye Çalışması. MSGSÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 79-81.